İlk Kar,Toplu Şiirler,1983-2014,Varlık Yayınları,2016.
SEÇME ŞİİRLER
-
seçme şiirler
SAKIN VAZGEÇME
o orada dursun
gecenin belirlediği şey
başlangıcın bilgisi
sakın vazgeçme
ateşin omzuna yaslan
suya tutun
eğer yorulursan.
bilmediğin bir yola çıkarsan eğer
sakın vazgeçme
göğü, kırları, denizi yanına almaktan
ihanetle karşılaşırsan kuytu bir yerde
ondan ayırma gözlerini
bir savaş gemisini izleyen iki yunus gibi.
eğer bir şeyler söylemen gerekirse
sakın vazgeçme
yabanıl şiirler okumaktan
gerçek aramızda dolaşıyor nasılsa
kesecek boyun arayan sabırsız bir kılıç gibi.
ZAN
bir tay soğuk suya tutuyor alnını
yağmurlu bir avluya giriyor ışık
beni aydınlıktan ayıran şey bu olmalı
bu görüntü
bu zan.
bakışlarından boşalan aynada
açılan oyuk
hayvanların yaladığı kaya tuzu
bana kalan.
KRİSTAL
ışığından yaptın beni
yaz çalılıklarındaki
güneş gibi.
senin çığlığını atıyorum.
havalanan kuşlara şaşarım
nasıl karıştırmazlar kanatlarını
gecenin ceketini tutuştururken
bir kav, soyunup giden.
senin şimşeğini öpüyorum.
bir gök seni kendine çağırıyor
hangi tanrının bizim için tasarladığı
aşkın yoğunluğuyla aynı kışta
karın çekip gitmesine rağmen.
senin karanlığına giriyorum.
CEZA
göğü unut
tek başına ölmüş bir karanlık ol
banliyö trenlerinin camından bakan yenilgi gibi
bak, denizi nasıl yağmalıyor martılar
uzaklaşıp git, kendinde eri, çözül
değil mi ki orda yoktun.
gemi enkazlarının dibindeki katranla hesaplaş
limandaki halatların arasına sıkışmış yengeç gibi
çaresizliği incele, bir sonuca var yalnızlığından
hani ilk rüzgarla düşen yapraklar vardır
onlara oy ver, yaşamıyor olmayı seç
değil mi ki söylemedin.
çalışkanlığın haritasını çizen karıncaları gözet
ağaçlara koş, köklere yalvar
kiminse kumdaki ayak izleri, onu bul, tartış
takip edilen bir pars gibi
geceyle arandaki boşluğu ölç
değil mi ki göremedin.
ANAFOR
yazla yıkanmış bir çan çalsa
dağılsa son servilerdeki sis
bu taşın ve ekmeğin zamanı, desem
henüz erken, dersiniz
kan sussun, kapı açılsın
o zaman söyle
dersiniz.
oysa ağlamaz ki dövülen bakır
koşan bir at dönüp bakmaz arkasına
içinde yüksek sesle konuşan adamlarla
düşkırıklığı taşıyabilir bir balıkçı teknesi
bir demirin kıyısında
boşuna beklersiniz.
ANLADIM
tarlaların sınır taşlarını kaldırdım
yaza hazırlanan böceklere baktım.
nehrin sürüklediği kuma sordum:
kin nedir, nasıl geri dönülür kıyıdan?
gök haritalarını inceledim, yıldız motiflerini
savaşla barış arasındaki uzaklığa çalıştım.
ölüm yoksa bu dünyada, hayat da yoktu
eğilmek gerekirdi rüzgarın önünde, bunu bildim.
dere yataklarını izledim, gül tarhlarını
karıncanın yitirdiği yolu buldum.
unuttum kimdim, semt pazarında dolaşırken
anladım, su satan çocuklardan biriydim.
BELİRSİZLİKLER
IV.
biz size matematiği verdik. hesaplayın ve bilin diye. yakamozları oluşturan ışığın kaygısını, ayın geceyle buluşmasındaki gizi, gecenin tırmandığı kayalıkların sessizliğini...ama yanlış hesapladınız. her halk gibi yanlışınızı kutsadınız. çizmelerinizden tüten buhardan anlaşılıyordu az önce aşağıdan geldiğiniz. gerçi elleriniz derinlikten yapılmıştı. zaman zaman boşlukta kaybolup gitmeleri bundandı. pişmanlık içinde dönüp gelmeleri de. çarşıdaki dükkanların tentelerinden sızan yağmura benziyordu alınlarınızdaki ter. ayrılık kokuyordunuz. umulmadık bir zaman. bahçedeki taşların yuvası. salyangozun yolu. kök.
deyin ki: beklenen bir yolcunun gecikmesiyle kaygıya dönüşmüş mutluluk mu yüzümüzdeki? sıcak bir ekmek taşıyan el gibi acıya katlanmaktan hoşnut bir ses mi kulaklarımızdaki? sokaklarımızı diklemesine kesen akşam ışıkları içinde geçip giden yağmur mu? yoksa sorulmuş bir sorunun yanlış karşılığı mı bu kimsenin ilgilenmediği adamların söyledikleri? kuş ve çiçek resimleri çizmek için gerilmiş kumaş gibi, nereye kadar açacağız avuçlarımızı?
biz size matematiği verdik.
hesaplayın ve bilin.
V.
yola çıkarken kapattığın kapının kederini unutma. evden uzaklaşırken, arkandan bakakalan pencerelerin sessizliğini de. tekrar düşün, her şeyi aldın mı yanına? vazodaki kurumuş nergislerin geçmişini, sokağa uzanmış balkonun merakını, buğday vermeyi unuttuğun iki kumrunun hüznünü, halının ucuna düşen güneşte ters dönmüş terliğin çabasını, aynanın önünde açık bırakılmış tırnak makasının çaresizliğini, sabah kahvaltısında hiç dokunulmamış ayva reçeli tabağının düşkırıklığını,yves bonnefoy’nun şiirlerindeki karanlığı.
doğru, insan yola çıkarken mutlaka bir şeyleri unutur. örneğin “hoşçakal” sözcüğünün önüne eklemeyi tasarladığı sözcüğü, yolda yemek için sepetten aldığı elmayı, akşamdan bu yana mırıldandığı şarkıyı...
yola çıkarken ayrıldığın kentin adını unut. anısını
asla!
X.
reddediyorum kanı. bir nehirle suçlanmayı. bu bağışlanma, aynanın tasarladığı yanlışlık olmalı. seni şimşeğin içinden çekip aldığımda, geceden artakalan ne vardı ki elimde? bir yaz günü, bir okaliptüs ağacının altında, bir kanepede can çekişen gölgeden başka! sen su verdin o demire.ayaklandırdın.gecenin örtüsünü kaldırdın ve “bakın!” dedin, “ o şey yok, o beklediğiniz delta, ölünün masum yüzündeki adlandırılmamış yol, bakırın soluğu, boşuna beklemeyin, yok!” dedin.
reddediyorum köklerin sessizliğini. hayır, o ben değilim! onların ruhlarının işlediği cinayetin kalıntıları. halatlar, sargı bezleri, enjektörler arasından görülen bir sokak kesiti. kim geçiyor olabilir ağaçların ordan? besledikleri kötülük. mutluluk korkusu. uçurumlar için tuttukları raporlar.
gökyüzüyle tehdit edildiğimde, ilk sen çıktın bir adım öne. beni kayırdın güze karşı. anlamıştım, onun sen olduğunu. katledilmiş yıldızların arasından çıkıp gelenin. ateşten yapılmış bir taçla, ıssız ve soğuk ülkemin tahtına oturanın.
KİM?
sabahın otlarına basan, rüzgâr değilse, kim?
tutkunun ateşiyle kıvranan ve erkenden uyanan
sessizliğin henüz olmamış meyvesine dokunan?
yabancı bir rüyadan, uzak bir dağdan
ya da yalnızlıktan
oluşmuş yabanıl zamanın içinde
kim, karanlık taşta pişirilmiş ekmeğin
sıcaklığıyla avunan?
acının bilgisiyle bilmek isterim, ışığı kışkırtanı
gecenin yolunu keseni ve duasıyla yatıştıranı
dalından kurtulmak için çırpınan yaprağı.
düşünceli ağaçlarıyla şu ormanı tanıyorum, o değil
vazgeçişin şarkısıyla bu kaçıncı karşılaşmamız, ıssız yazda?
ayrılan da değil, çelikten bir çabayla açtığı yatağından
göğün nedenini soran ya da bir kuramı uygulayan
çölün kaygısıyla biçimlenmiş yazıyı okuyan, hiç değil
solgun bir lambanın aydınlığında, bir savaş barakasında.
sabahın üşüyen tohumunu ısıtan, güneş değilse, kim?
sözün kapatılmış ocağını zorlayan, yıkık bir omuzla
ödünç alınmış ve kırılmış kemiğin bedelini ödeyen
silinmiş gölgeden, biçilmiş yoncadan ya da kuşkudan
oluşmuş belirsiz gövdenin sınırlarında
kim, hüzünlü bir mutlulukla kımıldayan?
ölümün mutlaklığıyla durdurmak isterim yolu karartanı
kuşun uykusunu böleni ve zulmüyle susturanı
bize unutulmuş sesi hatırlatan kanı.
bu vaki̇tlerde
bu vakitlerde bir devedikeniyle konuşur güz
gidiyormuş gibi yapar gökyüzü, yanıltır
acının ekmeği için ayrılmış unu.
bir ovayı doğurur sürüdeki atlardan biri
tohumunu geri ister toprak, direnir
batıya gitmekten vazgeçer kentin uzayan gölgesi.
ıslanmış ve şişmiş bir kitap gibi
yükselir kanyonun iki yamacı
bu vakitlerde düşer tuzağa gecenin tilkisi.
denizi bekler kıyıda birkaç martı
liman işçileri, halatlar, gemi iskeleti
bu vakitlerde gelecek ve tuzu öğretecek denizi.
Açılmış Kanat
en eski yüzlerimizle duruyoruz ayakta
alacakaranlığın kapısında
kollarımızda yıkılmış tapınakların büstleri
yalın ve anlaşılır şeyler konuşuyoruz
gelecek günler hakkında
diyoruz ki, artık kararmayacak sözün gümüşü
bir bulutun gölgesi olsun düşmeyecek alnımıza
ölüler de yiyecekler güz yemişlerini
gece toplayacak uykunun dağılmış harmanını
bir kez daha dinleyeceğiz toprağın öyküsünü
rüzgârın iteklediği bir dal nasıl direnirse
nasıl büyülerse kartalın açılmış kanatlarındaki görkem
sorularımızla şaşırtacağız suyu ve ateşi:
söyleyebilir mi bize şafakta gidilen yolun şarkısını
vurulmuş bir askerin miğferinde biriken yağmur
kanın ormanında süren yangın?
GECE TANIKLIĞI I
sesizce iniyor mermer merdivenler
dolunay var minarenin arkasında
tıka basa bulut dolu ağaçlar
ne anlama geldiğini kimse bilmiyor bunun
yol üstünde unutulmuş yolculukların,
ayak seslerini biriktiren çocukların,
gecenin ne anlama geldiğini kimse bilmiyor.
zamana ekliyor kendini
herkes, ağlıyor.
GECE TANIKLIĞI II
her taş yürümek istiyor, baksana
anımsamak istiyor kül, ateşin başlangıcını
yeşermek istiyor kan, gecenin kollarında
gülmek istiyor ölüler, baksana.
eşilmiş toprak, bulunmuş tohum, küf
kim anlatabilir ki hüznün mesafesini
dağ öyle durmuşsa, bir bildiği olmalı
bir bildiği olmalı, deniz çıldırmışsa
şu yalnızlık, şu aşk, şu ölüm
geceyi deliyor kuşun soluğu, baksana.
GÜZDE
sarayburnu aile çaybahçesinde bir güz öğlesi
sen ben ve adını bile bilmediğimiz bir istanbul
oturmuş konuşuyoruz her şeyden
senin ellerin masanın üstünde
uzun bir koşuya hazırlanıyor
ben geçip giden gemileri kovalamaktan
soluk soluğa kalmışım
istanbul uykusuz gözlerini oğuşturuyor
bir martı beyazlığını düşürüyor masamıza
bir polis kimliğimizi soruyor
zaman geriliyor geriliyor geriliyor
wilhelm tell’in eli titriyor ve kalbime saplanıyor ok
hemen ölüyorum orda ama duyuyorum sizi
cesedimin soğumaması için
istanbul güneşini açıyor üstüme
ölümüm dünyanın dengesini bozuyor
başucundaki sarsıntıdan anlıyorsun bunu
ağzındaki öpücüğün düşmesinden
sarayburnu aile çaybahçesii'nde bir güz öğlesi
sen ben ve adını bile bilmediğimiz bir istanbul
oturmuş konuşuyoruz her şeyden.
ömrüm, diyorum
- bir rüzgar düşüyor gömleğimin yakasına
sararmış eskimiş bir rüzgar
usulca uzanıp alıyorsun onu
saatlerce oynayıp duruyorsun elinde
avucundaki terden ıslanıyor yırtılıyor
eriyip gidiyor sonunda
yalnızca bir serinlik kalıyor
ellerinden bana doğru yayılan -
işte böyle başlıyoruz her şeye
masallarına ihanet eden iki masal kahramanı gibi
iki gerçek oluyoruz seninle
yerküreyi masamızın üstüne koyuyoruz, debelenip duruyor
gemiler rıhtımlara ayrılık boşaltıyor bugünlerde
istanbul bir yerlerde yaprak döküyor.
bu güz gününde herkese yepyeni bir tanrı düşerken
bizim payımıza çok kullanılmış bir tanrı düşüyor
şimdi bu tanrıyı alsak götürsek
sisli bir kent ikindisine
yedirsek içirsek elini yüzünü yıkasak
ikametgah ilmuhaberi istesek mahalle muhtarından
yalnızlığımızı yasallaştırsak
sonra tanrımızı götürüp bağışlasak
tanrı sevenler vakfına
bütün geliri size aittir desek
biz yalnızız, yaralıyız, henüz çocuğuz
kendi sularımızda çırpınıyoruz
bu tanrı bize fazla desek.
hayatta herkesin mutlaka
bir sarayburnu aile çaybahçesi varsa
hayatta herkesin mutlaka bir istanbulu varsa
hayatta herkesin mutlaka bir tanrısı varsa
ve biz tanrısız kaldığımıza göre
sen benimle mi gelirsin
ben sen de mi kalırım
bunu bırakalım şu geçip giden bulutlar düşünsün.
ŞARKI SÖYLE
bugün eve gitme yusuf şarkı söyle
dersten çıkmışsın bak elin yüzün tebeşir
yağmur yok dışarda hava çok güzel
gelirken bir çiçek çarptı alnıma
alnım bu yüzden ıslak
al bu şiiri önce dizelerine ellerini sil
dersten çıkmışsın bak elin yüzün tebeşir.
yusuf beni dinlersen bize gidelim
karım var evde seni görünce sevinir
son günlerde bunalımlı bilirsin çocuk ev iş
çocuğa bir çukulata karıma nergis alırız
olmazsa bir şişe hititle ağzımızı kana bularız.
sizinkilere haber verme istersen bir telefon aç
nasıl olsa tahmin ederler bizimle olduğunu
şöyle bir düşündüm de dünyayı ülkemizi kendim
kuşku ve korkuyla nasıl yaşarız böyle?
bugün eve gitme yusuf şarkı söyle.
Bir Gün Ölürüm Ben
bir gün ölürüm ben
milad benim adımla başlar
alnımda at koşturur kanlı çocuklar
bilemem, nereye yağar
sokak ortasında bıraktığım yağmur
hangi hayatı savurur içimde büyüttüğüm fırtına
yüzümden bir kuş sürüsü havalanır
birden bir şarkıyı susar
kitaplarımda altını çizdiğim yerler.
bir gün ölürüm ben
belki bir gece treninin camına düşer başım
dışarda bir telgraf teli çizip gider karanlığı
içerde yolcular uyuduğumu sanır
yalnızca bir kız düşürdüğüm gülücükten anlar öldüğümü
yakama bir gözyaşı iliştirir.
bir gün ölürüm ben
belki yığılıp kalırım bir dostun kollarında
güz vurgunu bir çınar gibi dökülüp kalırım
her yaprağım kendi rüzgârından sorumlu tutulur
ta ki uzak bir kışlada toplanma borusu çalınır
tüfeğini yitirmiş bir asker suçluluğuyla giderim
derin, sessiz, ışıklı bir göl gibi
kendi kıyametimi beklerim.
bir gün ölürüm ben
belki bir ölüm tezgâhında terler içinde
o anda kar fırtınasına tutulmuştur dağ başında bir çiçek
hiç acı duymam, çiçeğin acısını duyduğum için
ama ölmekten korka korka ölürüm
yaşamayı sevdiğim için.
Gülün İlkesi
dağa çizilmiş resimdir
bir çocuğun babası olmak
yakından bakınca anlaşılmaz
uzaktan belli eder kendini.
taşrada yalnız yaşamaktır
bir çocuğun babası olmak
atlarla çarşıya girince köylüler
upuzun bir turna katarı
sonbaharın altını çizer.
radyoda uygun bir istasyon aramak
aynanın önünde yılların tortusunu taramak
hep aynı dalda açmaktan yorulmak
başka nedir, bir çocuğun babası olmak?
gülün ilkesidir vaktinde solmak.
Hesaplaşma
bir akrep bırakıyorsun gecenin yatağına
boşluğun basamaklarında oyuklar açıyorsun
yaşadıklarımız adına ne varsa yakıyorsun cehenneminde
biz değil miydik çıplak ayaklarla basan
yoksulluğun sıcak küllerine
pazarda, meyvelerin içinde bir uçurum arayan
kuşların alnında patlayan ikindi rüzgarında
ellerini kaybeden, sonra bulan
şafağa kır çiçekleri taşıyan, onca çaresizlik varken
biz değil miydik geçmişini geri isteyen
bozulmuş hesaptan
dağılmış yükseklikten
gerilmiş ağdan
anlatsın bize hiçliğin terazisinde tartılmış kumaşı
zamansız verilmiş karar, biçilimiş ufuk
ay ışığında soluklanan tırpan.
bir düşün, ağaçlardaki gün batımının ağırlığını
uzun gölgeleriyle akşama sokulan atları
balıkçının sepetindeki yılanbalıklarını
hemen görünüveren sabırsız birkaç yıldızı
bisikletiyle patikada ilerleyen genç kızın
saçlarına iliştirdiği papatyalar gibi
bir düşün, biz değil miydik şimşeğin acısını duyan?
kim unutabilir taşın yırtılan sesini
ölüme verilen sözden kim dönebilir
derler ki, insan ayrılınca bir ağaç sökülürmüş içinden
bak, bir orman sökülüyor ihanete uğrayınca
düşün, biz değil miydik kışı ve ateşi onaran?
ENGLISH POETRİES
-
ENGLISH POETRİES
THE LAKE
at night
feeling secure, we went off to our beds
but the lake stayed alone in darkness
ı wish she would talk with the summer grasses
and would listen to the song of hot herbs
ı wish falling stars would stop her worries
and she wouldn’t feel cold
at night
we fell into a deep asleep
the mountains were covered with distances
but the lake was still awake
she was wandering alone among the bulrushes
ı prepared a bed for her
ı wish she would come to us.
(Translated by Tozan Alkan)
SALİH BOLAT
(1956)
ETCHİNG
these mountains where i have died many deaths
this timorous child
this flattened wind
this black howling at the door
this deep-blue dead-woman sea
rising from her sleep at the horizon
this barren path at the colt's feet
this fish drowning in shallow waters
these are not it
these are an etching of despair
despair: not till the last nail in my coffin.
THE CHASE
every morning
a bullet wedges in my sleeplessness
i awaken a dead soldier in my bed
beard of blood wrapped around the wind
i get up to clean my shaving mirror
why this glassy stain of night?
i wipe it but it grows bigger
will my face fade in this dark?
Translated by Yusuf Eradam and Michael Gurian
THE DREAMS
the stone that guides to the night
the moonlight that flows in gutter of khanjar,
tell this.
drought that be lived in the rose
dew that wets your fingers,
tell this.
this:
nonexistence.
CRİME
it is like an ancient idea
touching, to sand and time
hands of clouds.
it is becoming the crime
to look at the shadows
on the forehead of dead.
is it will asked to whom this
bark of wound
that is behind the mirror.
SPOİLT SİLENCE
the sun was waiting there when I came
too fig tree
solitude of a glass water that is derelict in window
confused of cut wild grasses
damp of collected washs on rope
emptiness,was waiting there.
there is no one
what was effort of roots of dawn
I hooped word of summer, uselessly, talked when went
on dried shells bug, on hot branchs
in time that talks under skin of night
at savanna, breath of wash stons by salt
in last songs of drowned bells by rain
down, in sharp slant of empty house.
so I waited in spolit silence
by dark birds that turn evening
by river that carries another light in its bed
by divine attidude appearance of the man that gives bait to pigeon
by closed road in between bread with knife
by sleeplessness that makes bleed autumn.
in deltas of not gone directions
in stretched bow of tales
immediately, I must to say thing which I saw first:
the sun was waiting there when I came.
PUNISHMENT
forget sky
be a dark that is died solitude
like defeat which looks from the windov of suburban trains
look, how do sea-gulls control the sea
go away, dissolve in himself, break
as you didn’t taka place there.
settle with tar which is in bottom of wreckages of ship
like crab which is pinched in cables at port
examine despair, result from your loneliness
you remember there is leafs whice fall by first wind
select them, prefer nonexistent
as didn’t say.
look after ants that draw map of diligence
run to trees, implore to roots
whose footprint is that on sand, find it, argue
like a leopard which is followed
measure emptiness that is between you with night
as didn’t see.
WHO IS IT?
treading on weeds of morning, if isn’t wind, who is it?
who is writheing in fire of passion and wakeing early
who is touching on unripe fruit of silence?
from a strange dream, from a far mountain
or from loneliness
had formed in wild time
who is it, being consoled with heat of bread
which is cooked on dark ston?
I want to know inciting ligh,with knowledge of pain
who is handicaping the way of night and calming with own prayer
the leaf which struggles for can break off from own branch.
I want that forest which has thoughtful trees, it isn’t
what our encounter with song of rununciation in lonely summer
it isn’t leaving whose own bed it opens by a steel effort, too
who is asking cause of sky or who is putting a theory
who is reading article which is formed by worry of desert, it is never
in light of a pale lamp, in a hut.
warming seed of morning that is cold, if isn’t sun, who is it?
forceing mine of word that had closed, with a ruined shoulder
paying value of bone that had been borrowed and broken
consist of rubbed shadow, cut clower or suspicion
in borders of undetermined body
who is it, budgeing in a sad happiness.
I want to stop darkening that road with decisiveness of death
damaging sleep of the bird and silencing with its oppression
the blood that reminds forgotten voice by ourselves.
IN THIS TIME
in this time, autumn talks a thorn
the sky imitates going, misleads
the flour that parted for bread of pain.
one of the horses in herd breeds a savanna
the soil wants back its seed, resists
extending shadow of the city abandons from going to west.
look like a book which is wet and swollen
two sides of canyon rise
in this time, fox of night falls into a drap.
a few gulls wait the sea in coast
the dockers, the ropes, the shipwrecks
in this time, the sea that will come and teach the salt.
THE ROAD
İf I tell a thing, if I tell somebody
İt will be believe that I talk about the evening
about shadow that the bat hunted
the shouts far, the houses of small town
a swing which is in mourning in the court.
the leaf which is crushed by the foot of the men who is late
it is rest from last autumn
with month names which is scraped on the walls of the city
the autumn who pass with the amulets and tattoo needles
irony of the time, so!
how does wind blend calm waters
how is silent night broken up by voice of jackal
how is molten lead explained
the life bleeds from its a place, sometimes
just like full moon: golden comb which is insert in hair of the night.
İf I tell a thing, how I will tell it
It will be believe that it is a dirge about going
and not coming back.
THE NIGHT TESTIMONY I
İf glaze of trees spilled by late snow
İf the sea which stolen by the storm draw back
İf a coast which is buffeted by night
which light will butterfly deads test it with
how does it will look at mirror which are abraded by memories
the memories which are the cat who sleep
in windows of a woman who walks alone in a wooded road.
THE NIGHT TESTIMONY II
every stone wants to walk, just look
the ash wants to remember that beginning of fire
the blood wants to sprout in embrace of night
the deads want to laugh, just look.
dug soil, found seed, mold
who can explain distance of sadness
if mountain appear so, it know a thing
if sea go mad, it know a thing
this is loneliness,this is love, this is death
breath of bird is boreing night, just look.
STRANGER
I will fire the dawn which is injured by you
with the bush that I gathered from forest of separateness
at that moment stones will begin to talk and tell
that how does time loot
sapling which we feed on flash of lightining.
if I come a day, from lost path by weed
furnitures will be stirer by memories,
in hous that I had been living in the past
like standing up of a doze dog,suddenly
by a foreigner voice.
I am amazed at the birds which takes wing
Translated by Salih Bolat
AUDİO-VİDEO
Poésie Françaises
-
POESİES FRANÇAİSE
DELTA
nous suivons la trace effrayante de l'avenir
sur les traces de pattes d'un animal traqué
nous supportons l'obscurité
dans nos habits en laine filée de la souffrance
nous sommes le delta d'incendie
nous entrons dans la forêt de la désespérance...
Tradui par Aytekin Karaçoban
POEMES D’HIVER
1. Lumière
la lumière à la plage
est plus vieille que mes mains.
elle enjambe
ce que je veux savoir
comme un bateau de pêche
qui traîne lui-même
2. Indésirable
sous un journal non lu
sur le banc qui ne me donne pas d’importance
je trouve un briquet
allumé sûrement
maintes fois pour brûler
l’obscurité indésirable d’hier soir.
3. Légende
sous ces feuilles
une porte légendaire se ferme
que l’hiver ne cesse de frapper
pour y entrer.
la légende de la lumière
casse le temps
pour surgir
4. En exil
le chemin ouvert naturellement
qui passe à travers la pluie
est comme un cavalier
qui disparaît au loin
dans un coucher de soleil
y a-t-il un ciel qui parle en vain
avec une bouche obscure
envoyée en exil ?
enfin, l’été mûrit
dans une vigne non vendangée.
5. L’amadou
une branche qui se tend vers la nuit
se brise pour un incendie lointain
le feu meurt pour montrer sa sagesse
le vent découvre la légende
cachée sous la cendre
laisse l’amadou de rester tel que
une étincelle se fera démarrer
et continuera en tout cas
6 Sur la côte
la joie de la fumée derrière la presqu’île
la tristesse du phare au bout de la jetée
sont des contradictions sans importances
mais je ne sais pas pourquoi deux touristes sur la côte
s’y installent dans une photo.
depuis les profondeurs d’une voix
quelque chose comme le ciel surgit
« le feu est un amour dont il faut trouver la source »
dit-il et se tait.
lui ?
peut-être.
TABLEAUX DE CRAYON NOIR
1.
toute la journée sur les eaux de la mer verdâtre
un bateau de pêche n’a cessé de naviguer comme un pigeon
qui cherche à manger dans la pelouse du parc.
2.
il y avait des oiseaux sur les branches de trois pins
qui murmuraient tête à tête dans le jardin.
3.
dans le brouillard matinal
les cyprès sur les collines de Asiyan
des bougeoirs de vœux plantés dans le sable
à l’église de Sainte Triyada.
4.
la mer parle de quelque chose d’ancien
avec des paroles coupées
comme les morceaux de nylon
laissés par les pécheurs.
5.
le vent voyou
comme des soldats en congé
qui passent en frôlant ma veste
avec une chaînette à tournoyer à la main.
Tradui par. A. Karaçoban
PIERRE
nous avons vu les enfants faits de troupe d’oiseaux
dans la clarté après la neige
dans le pierre que les anges jetaient par terre
la nuit où un fleuve nous accompagnait
pour la première fois nous avons cru au silence
ainsi nous étions dans la patience
la nuit où un fleuve nous accompagnait
Traduit par : Aytekin Karaçoban
nous avons vu les enfants faits de troupe d’oiseaux
dans la clarté après la neige
dans le pierre que les anges jetaient par terre
la nuit où un fleuve nous accompagnait
pour la première fois nous avons cru au silence
ainsi nous étions dans la patience
la nuit où un fleuve nous accompagnait
Traduit par : Aytekin Karaçoban
Punition
oublie le ciel
sois une obscurité morte solitairement
comme la défaite regardant par la fenêtre des trains de banlieue
regarde comment les mouettes inspectent la mer
éloignes-toi, pars, fonds en elle, décompose-toi
puisque tu n’étais pas là.
rends des comptes au goudron du fond des débris d’un navire
comme un crabe coincé dans les cordages d’un port
analyse le désespoir, résultat de ta solitude
tu sais bien qu’il y a des feuilles qui tombent au premier vent
choisis-les, préfères la non-existence
puisque tu n’as rien dit.
observes les fourmis dessinant la carte de la rigueur
cours vers les arbres, supplies les racines
les empreintes de pieds de n’importe qui sur le sable, trouves-les, débats-toi
comme un léopard pourchassé
mesure le vide entre toi et la nuit
puisque tu n’as rien vu.
A ce moment là
à ce moment là l’été parle avec un chardon
le ciel fait mine de partir et elle se méprend
la farine gardée pour le pain de la peine.
une des juments du troupeau met bas dans une plaine
la terre revendique sa graine , elle se rétracte
et renonce à aller vers l’ouest l’ombre grandissante des villes.
comme un livre mouillé et gondolé
les deux versants du canyons s’élèvent
à ce moment là tombe dans le piège le renard de la nuit
sur la côte quelques mouettes
des ouvriers du pont, des cordages, le débarcadère, attendent la mer
à ce moment là la mer viendra et son sel enseignera la mer.
Témoin de la nuit
1
quand tombe le secret des arbres avec la neige tardive
quand se retire la mer prise de nos mains par l’orage
quand reste une côte victime de l’agression de la nuit
le papillon des morts avec quelle lumière s’éprouve-t-il
comment regarde-t-il le miroir où s’usent les souvenirs
des souvenirs qui maintenant sont des chats dormant sur leur fenêtre
qui sont à une femme marchant seule sur une route ombragée
Témoin de la nuit
2
toute pierre veut marcher, regarde ça
la cendre veut se souvenir, le sang veut
verdir l’amorce de la flamme, dans les bras de la nuit
les morts veulent rire, regarde ça.
la terre creusée, la graine trouvée, le moisi
qui peut donc expliquer l’étendue de son chagrin
si la montagne s’est arrêtée ainsi, elle doit savoir quelque chose
elle doit savoir quelque chose, si la mer s’est déchaînée
cette solitude, cet amour, cette mort
le souffle de l’oiseau crève la nuit, regarde ça.
Témoin de la nuit
3
Adieu le figuier
Le sommeil de la chenille
Le veilleur aux limites de la pluie
La parole interrompue, le fil coupé
La nuit.
Adieu les lilas
La porte frappée par le soleil
Le nuage envahissant les chambres
Le cheval qui bronche./boîte
Adieu les pâquerettes
les ciseaux laissés ouverts
les épines et la résine.
Adieu les morceaux d’avalanche
la lumière de tes larmes
Adieu le jardin où j’ai passé.
Témoin de la nuit
4
elle descend en silence les marches de marbre
derrière le minaret il y a la pleine lune
les arbres sont pleins à craquer de nuages
personne n’en connait le sens,
des voyageurs oubliés sur la route,
des enfants amassant le bruit des pas,
de la nuit personne ne connait le sens.
tout le monde s’ajoute
au temps et pleure.
SABLE
je tiens une poignée de sable et
par les tempêtes de fond
éparpillée c’est l’écume
d’un grand poisson
dans les profondeurs
c’est la descente silencieuse
que je tiens dans ma paume
RÊVES
le caillou indiquant le chemin à la nuit
le rayon de lune coulant dans le sillon du poignard
expliquent cela.
souffrant de sécheresse la rose
aux doigts mouillée par la rosée
expliquent cela.
cela : son absence.
DÉLIT
touchant et au sable et au temps
les mains des nuages
comme une ancienne idée.
cela devient un délit
de regarder les ombres
celles de ton front morne
la croûte de ta blessure
celles derrière ton miroir
à qui doit-on la demander.
ÉTRANGÈRE
avec les branches sèches ramassées dans la forêt de la séparation je prendrai
feu avec toi, aurore blessée
alors les pierres commenceront à parler et raconteront
comment le temps pilla
notre plant nourrit avec l’éclair.
par une route à présent perdue sous les herbes, un jour si je viens
dans la maison où jadis je vécu
avec les souvenirs s’immobiliseront les meubles,
comme un chien sommeillant qui soudain se redresse
à une voix étrangère.
UN CIEL
un vin se reposant dans sa jarre ; un ciel d’été
nous ne voulons pas grand-chose de plus mais plutôt que de vivre
comprendre, écouter l’insecte retourné
sur la dos et le chant de la mousse sur la pierre.
ce sont des lettres cachetées avec la nuit ; les aînés
regardent ce qui informent des anciens morts, à travers les vieilles choses,
à travers votre porte laissée ouverte, tout ce qui est nécessaire pour faire un cheval,
exemple, un hennissement, une crinière, une croupe, un fer-ignorant le cavalier-
ils regardent ainsi, sans vouloir trop de choses.
c’est toujours à cette heure que passe un ciel au-dessus de nous
comment le grenadier fleurit, elles pensent à ça les femmes
comment un chat, comment un bébé défaisant son lange s’étirent, à ça
dans la profondeur d’Août, dans son cocon remue le sommeil
comme le dernier visage de nos fils emportés
et de nos filles perdues, un ciel que nos mémoires
ne peuvent oublier : tranché par la nuit et le fer.
Poèmes du temps passé
I.
les rois vont à Babel montés sur un lion en pierre
les poètes avec un nuage tiré par deux cygnes
IV.
Labarna le roi hittite demanda au savant Zada :
pourquoi me conseilles-tu de symboliser
par un cerf notre état ?
il répondu ainsi :
un cerf peut résumer tous les gouffres.
VIII.
chant de Cassandre :
je suis un champs de tournesol
toi, le ruisseau coulant en moi
toutes mes fleurs faneraient
si tu changeais ton cours.
Dis-moi Orphée, comme un oiseau picore et s’immobilise
de cette inquiétude en moi
vers quel soleil me tourner ?
XI.
nous attendons Alexandre le Grand aux portes de Babel
à plusieurs endroits les rayons de lune poignardent la ville
de souffle en souffle le vent s’élève vers la nuit
et lève le voile du silence
il fait perdre le sommeil à la pierre, aux herbes,
comme un poisson venant d’être pêché, dans nos bras
le bonheur se débat et va se perdre dans les eaux.
CRISTAL
tu m’as fait ta lumière
comme le soleil
dans la broussaille de l’été.
je pousse ton cri.
les oiseaux qui s’envolent m’étonnent
comment ne mélangent-ils pas leurs ailes
quand le soufre met feu à la jaquette de la nuit,
qui dévêtue s’éloigne.
j’embrasse ton éclair.
lors du même hiver
malgré le départ de la neige
quel dieu a organisé pour nous
la densité de l’amour.
j’entre dans ton obscurité.
LES INCERTITUDES
IV.
Nous vous avons donné les mathématiques. Pour que vous calculiez et sachiez. L’inquiétude de la lumière formée par les rayons de lune sur la mer, la gaffe au rendez-vous de la lune avec la nuit, le silence de la rocaille escaladée par la nuit…mais vous avez mal calculé. Comme chaque peuple vous avez consacré vos fautes. Vous arriviez tout juste d’en bas c’était compréhensible par la vapeur fumant de vos bottes. Mais c’est vrai que vos mains ont été faites de profondeur. Ainsi de temps en temps c’était leur départ dans le vide, et aussi leur venue pleine de regrets. La sueur de votre front ressemble à la pluie gouttant sur les devantures des boutiques du bazar. Vous sentez la séparation. un instant inespéré. Le nid des pierres du jardin. Le chemin de l’escargot. La racine.
Dites : sur votre visage est-ce un bonheur devenu angoisse avec le retard d’un voyageur attendu ? Dans nos oreilles est-ce telle une main portant un pain chaud une voix contente endurant la souffrance ? passant à travers les lumières du soir est-ce la pluie qui coupe nos rues à la vertical ? Ou bien est-ce la mauvaise réponse d’un problème posé les paroles de ces hommes qui n’intéressent personne ?comme le tissu tendu pour dessiner des oiseaux et des fleurs jusqu’où va-t-on étirer nos paumes ?
Nous vous avons donné les mathématiques. Calculez et sachez.
V.
En partant n’oublie pas le chagrin de la porte que tu refermes. Ni le silence de tes fenêtres te fixant quand tu t’éloignes de la maison. Réfléchis encore une fois, as-tu tout pris ? Le passé des narcisses fanés dans le vase, la curiosité du balcon s’allongeant sur la rue, le chagrin des deux tourterelles aux quelles tu as oublié de donner du blé, l’effort de ton chausson à l’envers dans le soleil tombant au coin du tapis, le désespoir de ton coupe-ongle laissé ouvert devant ton miroir, le matin la déception de la confiture aux coings laissée intacte au petit-déjeuner, l’obscurité d’yves bonnefoy dans ses poèmes…
C’est vrai, on oublie forcément quelque chose en partant. Par exemple devant un « au revoir »le mot qu’on avait pensé ajouter, pour manger en route la pomme sortie de la corbeille, la chanson murmurée du soir à aujourd’hui…
Qu’avait dit rené char : « le fruit est aveugle, c’est l’arbre le voyant ». en partant oublie le nom de la ville que tu quittes. jamais son souvenir !
VI.
Nous ne sommes pas le prolongement de vos ombres nous. Si nous nous arrêtons pour palper les cailloux sur le bord du chemin, c’est que nous souhaitons connaître ceux partis avant nous. Peut-être que nous pouvons trouver une voix innocente ou bien un reste d’une journée. Écrasée sous le poids des préjugés sur nos index peut escalader un insecte à la forme inchangée. Si nous nous sommes accroupis le long du fleuve, ne vous demandez pas ce que nous cherchions, comprenez ce que nous avons trouvé, c’est assez.
Dites : les rayons de lune sur ton visage avec un cavalier la nuit est-ce le dernier voyage ? Le pistolet choisi pour un crime avec une main jouant de la lyre c’est le résultat de quoi ? Quel est le sang de la différence de valeur entre croire en une motte de terre et en une montagne ? Marcher le long des haies. Derrière le dernier arbuste, regardez la ville qu’on aperçoit. Regardez avec frayeur vos pertes. Sortez de vous-même. Soyez.
VII.
Certaines personnes prennent continuellement la terre que nous foulons. Et ils l’emportent ailleurs. Ne restent ni nos traces de pas ni une distance connue. Ils appellent ça la liberté cette obscurité rampante sous l’écorce de l’arbre. Nous parlons d’une sortie de guerre victorieuse. Mais ici il n’y a ni cheval à la face décomposée, ni flèche à la recherche de son carquois. Voilà les directions sont bien à leur place : l’est, l’ouest, le nord, le sud.
Descendant de la montagne et venant comme la nuit, une rumeur circule dans les rues. Ils vont nous prendre et nous emmener et les yeux bandés au pied d’un mur de silence… bien sûr que nous nous souvenons des choses qu’ils ont subies : mis entièrement nus, ils les ont pendus par les pieds. Les souffrances étaient si nombreuses qu’ils ne les entendaient pas. Ils en ont choisi un pour le tuer. il était petit. L’histoire pouvait s’y opposer. ils ont annoncé aux gens de la ville qu’il avait l’âge suffisant pour mourir. Et ils l’ont tué.
Gens de la ville ! A quel cri votre oreille est-elle devenue sourde ? A quelle luminosité vos yeux sont-ils devenus aveugles ? A quels mots coupants avez-vous perdu votre langue ?
VIII
Il n’y avait personne alors. Il y avait des orties blanches mouillées par la dernière pluie. Des nuages se dispersant à l’ instant tel le sommeil d’un chien de rue. Dites-le que de la pierre nous nous sommes réveillés pour rien ! N’avons-nous pas vu de nos propres yeux les oiseaux se joignant à l’aube ! Comme une maison abandonnée, où on va des années après, en silence. Demandez à celui qui a découvert l’ombre. Tout comme les cormorans sur les brise-lames ouvrent leurs ailes pour les sécher n’avons-nous pas ouvert nos yeux ? En regardant un fleuve, nos épaules ne se sont-elles pas touchées ?
Il n’y avait personne alors. L’hiver avait coutume de venir d’abord au terrain de foot des enfants. A l’odeur des serviettes jetées derrière le fauteuil du barbier du quartier, à la tache de chaux sur la casquette du gardien du chantier, au journal laissé à notre porte, à la bouteille de lait et au pain. Avons-nous écouté pour rien la voix de la nuit ! N’est-ce pas avec ces pieds que nous avons marché sur la route pavée des pierres du désespoir de la jeunesse ! A présent, à la quarantaine nous vivons avec le couteau planté dans le dos de nos vingt ans. Non, nous n’en sommes pas étonnés.
X
Je refuse le sang. La condamnation d’un fleuve. Ce pardon doit être une erreur montée par le miroir. Lorsque j’ai été tiré hors de ton éclair, des restes de la nuit qu’avais-je d’autre en main ? D’autre qu’une ombre tourmentée sur un canapé, sous un eucalyptus un jour d’été !
Tu as arrosé le fer. Tu as relevé le voile de la nuit et tu as dit « regardez ! », « cette chose n’existe pas, ce delta attendu, cette route sans nom sur la face innocente de la mort, le souffle du cuivre, n’attendez pas pour rien, cela n’existe pas ! ».
Je refuse les racines du silence. Non, je ne suis pas ça. Les restes du meurtre commis par leurs âmes. Entre les câbles, les pansements, les injecteurs, on voit la coupe d’une route. Qui peut bien passer sous les arbres là ? Ils nourrissent le mal. La peur du bonheur. Les rapports qu’ils tiennent pour les gouffres.
Lorsque j’ai été menacé par le ciel, c’est toi la première qui est sortie un pas devant. Tu m’as protégé contre l’automne. J’avais compris que tu étais ça. Celle qui vient des étoiles massacrées. Celle qui s’assoit, avec une couronne faite de feu, sur le solitaire et froid trône de mon pays.
IX.
Oui, c’était le matin. le grand drapeau sur la place du débarcadère, était complètement trempé de la pluie tombée durant toute la nuit. Comme les ouvriers emmenés par les policiers à leur dernière manifestation. Nous regardions ensemble la mer adossée aux peurs. Le ciel emportant le bleu de la mer, les mouettes se promenant pour chaparder le temps, la solitude jetant l’ancre à midi, le chagrin se débattant au bout de la ligne du pêcheur, les bateaux-mouches pressés, les remorqueurs, les lignes de la ville.
Oui, c’était le matin. Nous étions là avec toi. Dans une de tes voix. Toi tu étais venue avec toi-même en entier. Dans les lilas capricieux il y avait tout le sérieux du mois de Février. Les preuves d’un monde tracées par la poussière. L’incertitude d’un voyage en préparation. Une décision qui dirige les mains des vieux platanes. Les jours étaient comme une pierre sacrée se cherchant un sacrifice. Inchangés, absolus : Lundi, Mardi, Mercredi…
Oui, c’était le matin, nous étions là. notre fin était la querelle d’un ciel. Le port s’allongeait de nos défauts. Si nous n’étions pas là il ne se serait pas réveillé le rêve des morts de chevaux courant dans les prés. Nous étions le dédommagement d’une faute non revendiquée. Nous n’étions pas croyants mais nous vénérions.
XI.
As-tu rapporté cette terre du pays lointain formé sur ton front ?de la frontière délimitée par les traces de pas de bébés ? est-ce le crépuscule couvrant la poitrine tâchée par la bouche qui tête ? Lève-le, que le début soit visible une fois encore : oui, tu étais parmi les gens. Ton cou, était l’inclinaison d’un fleuve vers la mer. Personne n’était au courant de tes voyages entrepris d’un regard depuis la frontière vers au-delà. Avec admiration et avec un sourire j’ouvrais le chemin fait de rocs tranquilles.
Est-ce dans cette terre que tu as élevé la grandeur en toi ? Comment a été différente des autres ta genèse ? Est-ce ta colère aiguisée des choses qui te rend seule ? Non, ne clos pas tes lèvres ! Qui peut bien savoir la direction des mots ? Voila, un lointain pays et une terre rapportée de là-bas. Puisque tu avais des mains, tu auras pu la lever plus haut. Tes mains : un temps silencieux.
En premier c’est ton épopée que j’ai lue écrite avec un éclair en quelques mots… en passant par la porte des nations, ma main brûlée à un cri dans un morceau de tablette.
UN SILENCE BRISÉ
lorsque je suis venu le soleil restait là immobile
le figuier aussi restait immobile
la solitude d’un verre d’eau laissé sur la fenêtre
l’étonnement des tiges d’une pelouse taillée
l’humidité du linge ramassé sur le fil
le vide, restait immobile là.
il n’y avait personne.
quel était l’effort résidant dans les racines de l’aube ?
j’ai cherché en vain la parole que l’été dit en partant
dans les carapaces d’insectes séchés sur les branches
dans le temps avançant sous la peau de la nuit
dans les derniers chants des cloches étouffés sous la pluie
en bas, dans son inclinaison nette ta maison vidée.
j’ai attendu ainsi dans le silence brisé
avec les oiseaux sombres qui reviennent au soir
dans ton lit avec le fleuve portant une lumière autre
avec la pose d’un homme de Dieu donnant à manger aux pigeons
avec la route coupée entre le pain et le couteau
avec l’insomnie saignant l’automne.
dans le delta des directions inexplorées
dans la publication étendue des contes
avant qu’il ne soit trop tard je dois dire ce qu’en premier j’ai vu :
lorsque je suis venu le soleil restait là immobile.
L’AILE OUVERTE
nous sommes debout avec nos plus anciens visages
aux portes du crépuscule
sur nos bras les bustes des temples détruits
nous parlons de choses compréhensibles et simples
à propos des jours à venir
nous disons qu’à présent ne noircira plus l’argent de la parole
pas même l’ombre d’un nuage ne tombera sur nos fronts
les morts aussi mangeront ce qu’ils mangeaient à l’automne
la nuit rangera le lieu de battage en désordre de ton sommeil
nous écouterons une fois encore l’histoire de la terre
telle la branche qui résiste à la poussée du vent
telle la majesté dans les ailes ouvertes de l’aigle
nous surprendrons l’eau et le feu avec nos questions :
peuvent-ils dire la chanson du chemin partant de l’aube
la pluie s’accumulant dans le casque du soldat abattu
l’incendie continuant dans la forêt du sang ?
traduit par Claire Lajus
LA SÉCHERESSE VECUE PAR LES ROSES
1.
le soleil se perd
dans les lignes d’un zèbre
je vois avec le sang
l’ombre, la salamandre qui découvre
dans ce brouillard-là
le rêve est ton chemin, dit-il
l’enfant qui regarde la mer
dans ce brouillard-là
parmi les bougainvillées
par une voix perdue.
2.
la nuit griffe le visage des pêcheurs
les cormorans rêvent sur les rochers
avec ton sommeil.
les voiles des femmes qui travaillent dans les champs
comme les drapeaux hissés sur le canon pendant la revue
qui s’agitent par ton vent.
l’eau chante la chanson du mystère
l’explication d’un mythe
par tes mots.
3.
comme une pensée démodée
les mains des nuages
qui touchent le sable et le temps.
il est un délit
de regarder les ombres
sur le front d’un mort.
à qui il faut demander cela
la croûte de la plaie
derrière le miroir.
4.
comme une vague déchirée
tes regards, vers celui qui s’en va
vers des herbes écrasées.
moi aussi, j’avais regardé ainsi
un fleuve qui coule sans arrêt
les pierres l’avaient compris.
5.
les cailloux qui montrent le chemin à la nuit
le clair de lune qui coule dans la gouttière du poignard
racontent cela.
la sécheresse vécue par les roses
la rosée qui mouille tes doigts
racontent cela.
cela:
l’absence.
Traduit par Medine SİVRİ
FREDONNE UNE CHANSON
fredonne une chanson Yusuf* ne va pas à la maison ce jour
tu viens de sortir de l’école tu as de la craie partout sur toi dehors
il ne pleut pas il fait un temps merveilleux
quand je venais une fleur a touché mon front mon front est mouillé pour cette raison
prends ce poème essuie d’abord tes mains avec ces vers
tu viens de sortir de l’école tu as de la craie partout sur toi
Yusuf si tu m’écoutes allons chez nous
mon épouse est à la maison elle sera contente de te voir
elle déprime ses derniers jours enfant foyer ménage comme tu le sais
on achèterait un chocolat pour l’enfant des narcisses pour mon épouse sinon
on va gargariser nos bouches de sang avec une bouteille de Hitit**
ne préviens pas les vôtres téléphone
si tu veux ils supposeront de toute façon que tu es avec nous
je viens de penser à l’instant comment vivre le monde notre pays
dans la crainte et dans la peur comme c’est le cas à présent
fredonne une chanson Yusuf ne va pas à la maison ce jour
Traduit du turc par Yakup Yurt
POUR UN ECLAIR
le ciel conçu pour un éclair
les voix sauvages qui interprètent la forêt
le fond : l’écho qui trompe le temps
marchent sur le sang, s’arrêtent
comme si c’était facile.
je trouve enfin l’enfer que je cherchais
la respiration de la glace
l’architecture de la mort
les dimensions de la séparation
comme si c’était facile.
le plus difficile est de se taire, bien sûr,
lorsque les hommes en tête de la carte de trahison
divisent la géographie de notre sommeil
comme si rien ne s’était passé.
Traduit du turc par Aytekin KARACOBAN
COUR D’HIVER
tout était profond, les traces sur la neige,
les oiseaux noirs que nous, immobile, regardions.
la cour d’hiver était l’autre rive d’une mer.
alors pourquoi avions-nous pleuré à côté d’un puits
pourquoi avions-nous regardé avec inquiétude le passage de l’automne
avions-nous cherché l’aube en mettant nos mains sur nos fronts.
la cour d’hiver était l’écho d’une forêt.
que fallait-il plus que notre mort pour partir
mais nous savions, c’était le temps de décomposition du fer
l’eau était fatiguée de porter son propre fardeau
les ombres étaient des idées renoncées.
la cour d’hiver était l’après d’un incendie
si la pierre met son silence au milieu
si la branche cassée pour tisonner le feu parle
si le soir, ce pays bleu, nous appelle
si la rivière qui change son lit vient derrière nous
si la pluie qui surprend la nuit se retire dans son nuage
la cour d’hiver était la fin d’une chanson
Traduit du turc par Aytekin KARACOBAN
CIEL
le ciel d'été ; du vin qui se repose dans sa jarre
nous ne voulons pas autre chose que vivre
nous voulons comprendre l'insecte renversé
nous voulons écouter le chant de la mousse sur la pierre
les vieillards sont des lettres scellées par le silence
qui donnent des nouvelles des morts, des choses anciennes
ils regardent par votre porte restée entrouverte
ils regardent comme s'ils voulaient faire du cheval par exemple
hennissement, crinière, croupe -on ne connaît pas le cavalier-
ils regardent comme ça, sans demander trop de choses
toujours à cette heure un ciel passe au dessus de nous
les femmes se demandent comment les grenadiers fleurissent
comment s'étire le chat, le bébé dans son lange dénoué
dans la profondeur d'août, le sommeil bouge dans son cocon
un ciel comme le dernier visage de nos filles et fils emmenés
qui ne s'efface de notre mémoire
un ciel ; partagé pour le fer et la nuit
Traduit du turc par Aytekin KARACOBAN
ÉTRANGER
je brûlerai avec des brindilles ramassées
dans la forêt de la séparation l’aube que tu as blessée
là les pierres commenceront à parler et raconteront
comment le temps a pillé
le rejeton que nous avons nourri d’éclairs.
si je viens un jour, par le chemin couvert d’herbes
les meubles bougeront, dans la maison où j’avais vécu autrefois
avec un bruit étranger comme un chien
qui se dresse de son sommeil
Traduit du turc par Aytekin KARACOBAN
LYRIQUE
tu reviendras un jour
comme un arbre plongé dans les cris des oiseaux,
appuyée contre au mur triste du coin tu attendras
avec une branche de mimosa dans la bouche.
je suis menteur des clochettes.
tu diras que tu te souviens de tout, que tu n’as pas oublié
que les jacinthes pleuraient à ton départ,
que les cailloux te suivaient
que le soleil traçait ta silhouettes avec ses doigts.
je suis menteur des jasmins.
lorsque tu reviendras, toutes les faucilles seront ta voix
la pâte à pain pétrie avec l’éclair cuira
ils nous écouteront, comprendront enfin
la nuit se calmera, le ciel se pulvérisera, le son se tordra.
je suis menteur des songes.
Traduit du turc par Aytekin KARACOBAN
Kitaplar
Haberler
Haberler


Söyleşiler
-
SALİH BOLAT İLE “İLK KAR” ÜZERİNE (*) ADİL İZCİ
Değerli Salih Bolat, toplu şiirleriniz “İlk Kar” üzerine, kitaptaki “kitapların” sırasını gözeterek biraz konuşalım istiyorum. Önce şunu sorayım: Şiirle ilk temasınız nasıl oldu? Bilincinizde doğanları dile getirme isteği, etkilenme, özenme?
- Şiirle ilk ilişkim, sanırım ortaokul Türkçe ders kitabındaki şiirlerle oldu. Bir de, bir arkadaşımın şiir defteri vardı. Yerli ve yabancı, dünya edebiyatının en bilinen şairlerinin şiirlerini topladığı kalın bir defter. O defter birkaç gün bende kaldı. Çok büyülenmiştim.
- O ilk yıllarda ve ilk kitaplarla birlikte önünüze bir hedef koymuş muydunuz? Sözgelimi bir gün böyle bir toplam hayaliniz var mıydı?
- Lise yıllarında yoğun olarak şiir yazmaya başladım ve bir defterde tutuyordum şiirlerimi. Kitap yayımlamaya karar verdiğimde yirmi yedi yaşındaydım. Yani, örneğin Rimbaud’nun şiiri çoktan bıraktığı ve Nazım Hikmet’in “835 satır” adlı kitabını yayımladığı yaştaydım. İki şiir defterimden birini attım, diğerinden de bir kısmını yayımladım. Bir gün bir toplu şiirler kitabı yayımlama düşüncem yoktu gerçekte.
- Bu otuz bir yıllık dönemde birtakım evrilmeler, kırılmalar, yenilenmeler oldu mu? Nasıl? Kendi şiirlerinize uzaktan biri gibi baktığınızda nasıl bir seyir görüyorsunuz?
- Bütün kitaplarımın topluca yayımlanması, evet, kendi şiir serüvenimi dışardan görme olanağı tanıdı, diyebilirim. Üç yüz altmış sekiz sayfalık “İlk Kar” a baktığımda, örneğin tiyatro, destan, kutsal kitap, tarih gibi söylem biçimlerini, bir şiir olanağı olarak denediğimi görüyorum. Şiirlerimin giderek daha imgesel ve anlamsal çokdeğerli bir yapıya doğru evrildiğini görüyorum.
- Benim -doğru belirledim mi bilmem- izlenimlerime göre, şiir, sizde hayatı, dünyayı, insanları, göz önündeki canlı ve cansız varlıkları bir tartma - kavrama aracı da. Yanı sıra zaman zaman da arama ve bulma ya da doğrudan doğruya bir irdeleme olanağı da üstleniyor. Bu bağlamda sık sık sorular da soruyorsunuz. Ne dersiniz?
- Bu saptamanıza katılıyorum. Gerçekten de şiir benim için gerçekliği anlama yoludur. Aslında gerçeklik zaten bir şiirsel düzen içindedir. Şiir yazabilmek için, bizim gündelik yaşamın bize dayattığı verili, akılla kuşatılmış, işlevsellikle belirlenmiş gerçeklik algısından uzaklaşmamız gerekir. Şiir, benim için, bizi kuşatan gündelik gerçekliğin buz dağında sözcük darbeleriyle soluk alacağımız gedikler açma yoludur. Şurda gördüğünüz ağaçların gökyüzüyle ilişkisi, birkaç kuşun ağaçlara girip çıkarkenki heyecanı, gölgede bekleyen kadının uzaklara bakması şiir değil de nedir?
- Lirizm… O olmadan olmuyor. Bunun siz de pek iyi ayrımındasınız. Ama o lirizm dizelerinizde kendiliğinden doğuyor gibi? Lirik bir yapınız olduğundan diyebilir miyiz?
- Öyle miyim, bilemiyorum. Ama bu lirizm meselesi çok önemli. Başlangıçta “ben” anlatıcının yoğun coşku içinde, duygusal değeri yüksek sözcüklerle yazmasını lirizm sanıyordum. Gerçi ben bu tür bir üslupla pek yazmadım. Ama şunun ayrımına vardığımda, hem lirizme, hem de şiire biraz daha yaklaştığımı hissettim: Lirizm, “ben” anlatı açısıyla şiir yazmakla birlikte, metnin okur tarafından yeniden üretilebilir olmasını gerektirir. Tikel ve somut bir dilsel yapı ile gerçekleşen lirizm, her “ben” anlatı açısıyla yazılmış şiirin lirik şiir olduğu anlamına gelmediğinin de göstergesidir. Bu nedenle benim şiirlerimde “biz” anlatı açısının egemen olmasına karşın, onların lirik olmadığı söylenemez.
- Ana hatlarıyla bakarken bunu da sorayım. Özellikle Adana – Ankara – İstanbul… Buralarda ömür sürdünüz. Bu kentlerin nasıl / ne gibi etkileri oldu siz(d)e? Örneğin, sık sık epik / destansı / öyküleyici söylemlere rastlıyoruz ya, bana özellikle bu yönünüz, Güney’den, Adana’dan besleniyor gibi göründü? O toprakların bereketi gibi?
- “İnsan yaşadığı yere benzer” diyor ya Edip Cansever, demek ben de yaşadığım yerleri şu ya da bu biçimde şiirlerime taşımışım. Doğduğum yer olana Adana’da on sekiz yıl yaşadım. Yoksul ve güzel bir çocukluğum oldu. Bağların arasında, çiçekler içinde bir evde, kalabalık bir ailede büyüdüm. Annemin avlumuzda, yağ tenekelerinde, kırık dökük saksılarda ve çiçek yetiştirilebilecek ne bulduysa içinde yetiştirdiği birçok çiçeğin adını, onun koyduğu adlarla biliyordum: Puştoğlan, çirkinhanım, küçükorospu…Yıllar sonra bu çiçeklerin gerçek adlarını öğrendim: Kasımpatı, fulya, aslanağzı…Anneme niçin o adları koyduğunu sorduğumda, örneğin akşamları kapandığı için ya da dokununca solduğu için bu adları hak ettiklerini söylemişti. Bir de Adana’da çok fazla efsane anlatılırdı. Kabadayılık hikayeleri, cin-şeytan hikayeleri de çocukluğumda etkilendiğim şeylerdi. Sonra yirmi altı yıl Ankara’da yaşadım. Ankara daha modern, başkent, eğitimli…1980 darbesi öncesi yıllarda ve sonrasında yaşadığım kanlı faşist ortam, şiirimi daha farklı etkileyecekti. Şu anda, on iki yıldır yaşadığım İstanbul, Fransa ve Almanya seyahatları da, özellikle Kanıt ve Atların Uykusu kitaplarımdaki şiirlerde farklı biçimlerde yansıdı.
- “İlk Kar”… Yanı sıra bütün kitapta o kadar sık rast geldim ki “kar” sözcüğüne! Hem somut anlamıyla hem bir imge olarak? Evet, üstelik bir Adanalı olarak bu sözcüğe bunca ağırlık neden?
- “Kar” sözcüğünün şiirlerimde yoğun olarak yer almasının nedenlerini ben de pek bilmiyorum. Ama söylediğim gibi, altmış yıllık yaşamımın en dinamik yirmi altı yılı Ankara'da geçti. Burada korkunç karlar yaşadım. Karın bende travmatik etkisi de oldu. Örneğin, üniversite birinci sınıftayken, bir arkadaşımla, Ankara’nın en yüksek tepelerinde bir gecekondu kiralamıştık. Bir kış günü kapımız çalındı ve birkaç adam evin kuran kursu olacağını ve hemen boşaltmamız gerektiğini söylediler. Dışarda diz boyu kar vardı ve biz ev aramaya başladık. Her gün onlarca insanın öldürüldüğü günlerde, bir öğrencinin kiralık ev bulması imkansızdı. Dikmen Deresi’nde, vadide karlara bata çıka ucuz gecekondu evi aradığımızı unutamam. Şimdi o vadi Ankara’nın en pahalı semtlerinden biriymiş.
- Bütün bunların yanında sevdasız olmayacağını bilen bir delikanlı figürü… Yani ozanın ta kendisi… İlk kitaplarınızda ağırlık noktaları bunlar diyebilir miyiz?
- Sanırım bütün sanatlarda, sanatçı yolun başında daha çok kendini anlatır. Dışsal olana, nesnel olana ulaşmak, herkese ait olanın sanatını yapmak daha deneyimli olmayı, şiir dilini daha iyi tanımayı gerektirir.
- Sözgelimi Necatigil’in şiirsel olana özellikle evinde, odasında vardığını biliyoruz. Sizdeyse tam tersi söz konusu olmalı… Sokaklarda, caddelerde, alanlarda, kalabalıklarda… Hayatın nabzının bazen sessizce, bazen gümbür gümbür attığı insan kaynayan yerlerde… Bu yerlerdeki hayata katılarak ya da özellikle istekli bir gözlemci olarak? Ve elbette süreğen bir sevdalı hal… Sanki öbür yarınız?
- Evet, Behçet Necatigil için. “ev içi duyarlılıklarının şairi” denir ya, bu doğrudur. Daha küçük harf, hatta el yazısı ile düşünen bir şairdir. Bireyin toplumla yabancılaşması sonunda içine düştüğü trajediyi söyler. Aile, akrabalık ilişkileri, rollerin ve statülerin gerektirdiği maskeli ilişkiler, yapay mutluluklar, kuralların getirdiği yasaklarla sınırlanan yaşama sevinci, zoraki gülümsemeler…Yalnızlıklar ve düşkırıklıkları. Şöyle söyleyeyim: Necatigil şiiri “beşeri coğrafya” dan toplarken, ben buna “fiziki coğrafya” yı da eklemeye çalışıyorum. Dağları, ormanları, nehirleri, taşları, bitkileri, kuşlar yani…
- İmgeleri de buralarda üretiyorsunuz: Doğrudan doğruya somutluktan, gördüklerinizden! Doğru saptamalar mı sizce bunlar?
- Doğru, sıkıntı, özlem gibi insana özgü psikolojik ve soyut metaforlardan ve benzetmelerden çok dağ, orman, deniz gibi doğal metaforlarla ve benzetmelerle imge kuruyorum. “taşla çizilmiş birkaç at, rüzgâra ekliyor kendini” ya da “dağ öyle duruyorsa, bir bildiği olmalı” gibi.
- Süreğen bir mutluluk yok. Tekil bir mutluluk da bir yerden sonra tıkanıyor doğallıkla: İnsan, dünyamızın kötü hallerine nereye kadar sırtını dönebilir ki? Ama seyrediyoruz yine de… Yoksa…
- Bir şiirimde, “mutluluk bastığın yerde biten çimendir” diyordum. İnsanlar genellikle mutluluğu kendilerinin dışında, orada bir yerde, uzakta, ele geçirilmesi için çaba harcanması gereken bir olgu olarak algılarlar. Oysa mutluluk aslında mutsuzluk ile iç içedir. Diyalektik bir gerçekliktir. Mutluluk, “problemsiz yaşamak” demek değildi. Öyle olsaydı, problem çözmekten mutlu olduğunu söyleyen insanlar olmazdı.
- Biraz da mitoloji ve tarihten söz edebiliriz. Hangi bağlamlarda yararlanmayı ya da esinlenmeyi öngördünüz bu kaynaklardan?
- Mitolojik ve tarihsel söylem biçimlerini şiirsel söylem biçimine hep yakın bulmuşumdur. Gerçekliği şiirsel dil ile ifade etmede, tarih ve mitoloji daha önce de bir olanak olarak birçok şair tarafından kullanılmıştır. Melih Cevdet, Oktay Rifat, Nazım Hikmet şiirlerinde örneklerine rastlayabiliriz. Tarihin ve mitolojinin bize sunduğu arkaik ve zamansız dil, şiir için iyi bir olanaktır.
- Sizde de kuşlar ile zaman arasında bir bağlantı görülüyor. Bu bağlantıyı biraz irdeleyebilir miyiz?
- Çocukluğumda sabahları güneyden kuzeye, akşamları da kuzeyden güneye karanlık kuş sürüleri geçerdi. Gökyüzünden uzun uzun geçerlerdi. Ben onlara bakardım. Bağ evimizin alt katındaki camdan dışarıya da bakardım. Hemen yakındaki ağaçlara konup kalkan kuşlara. Onlar beni görmezlerdi. Dallar pencereye o kadar yakındı ki, kuşları çok yakından görebiliyordum. Özellikle kışın hemen sonunda, uzun yağmurlardan sonra, gri-siyah, uzun kuyruklu yağmur kuşları gelirdi su birikintilerine. Ben onları çok yakından izlerdim. Ürkek, meraklı, aceleci böcek avlarlardı. Göğsü kızıl renkli kuşları da unutamam. Hele sarıasma kuşları…Bütün bunlar bana sevinçli bir hüzün verirdi. Kendimi bir zamansızlık içinde hissederdim. Mitolojik bir atmosfer içinde…
- O kadar belli ki: Onulmaz yaralarınızdan biri de, Sivas kıyımı… “Asla inanamadığınız…”
- Sivas katliamı, şiirin bittiği yerdir. Tarihsel bir suçluluktur. Gerçekten, alçaklığın evrensel tarihi yazılacaksa, Sivas katliamı kanlı kilometre taşlarından biri olmalıdır. Yıllar sonra bu olay “şair kıyımı” olarak anılacaktır.
- Sonra aileniz… Anne, baba, ağabey, abla… Hayatın yasaları gereği, yıllar önce dağılsa da, hâlâ olduğu gibi yer buluyor şiirlerinizde.
- Yedi çocuklu, çok yoksul bir aileydik. Babam demiryolu işçisiydi. Evimiz hep tren ve yolculuklar kokardı. Evlenmelerle, ölümlerle, ayrılıklarla savrulup gittik. “İlk Kar” da yer alan “Aile Fotoğrafı” adlı bir şiirim var. Orada metaforik de olsa ailemin trajik yapısını anlatıyorum: “babam, karlara saplanmış bir tren durur uzak bakışlarında”, “annem, bacakları romatizmalı yemek masası” ya da “ablam, yanlış bir karar gibi dururdu aynanın karşısında”.
- Ustanız bildiğiniz / saydığınız ozanlarımız kimler? Hangi bağlamlarda ustalarınız oldu onlar?
- Birçok Türk ve yabancı şairden etkilendim, onların şiirlerini anlamaya çalıştım. Başlangıçta Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin, Attila İlhan gibi toplumcu şairler ilgimi çekti. Sonraları Melih Cevdet, Oktay Rifat, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever okumalarım oldu. İkinci Yeni Şiiri ile haşır neşir oldum. Ritsos, Yesenin, Kavafis, Seferis, Hölderlin, Celan, Ezra Pound, Neruda dönemim oldu. Son yıllarda Yves Bonnefoy, René Char okumaları…Ama Lotréamon, Rimbaud ve Octavıo Paz ilgi alanımdan hiç çıkmadılar. Yazar olmalarına rağmen benim şair olarak gördüklerim de var. Örneğin Sait Faik, İtalo Calvino, Herman Hesse…
- Özellikle “Atların Uykusu”nda, varlığınızı varlığıyla bütünleyen bir sevgilinin süreğen gölgesi var gibi. Seslenmeleriniz zaman zaman ona ya da onunla birlikte gibi… Ne dersiniz?
- Ressam Kandinsky’nin ölümüne yakın, onunla yapılan bir söyleşide, yaşının epey ilerlemesine rağmen hâlâ nasıl dinamik, özgün resimler yapabildiğini soran birine,”ben sürekli aşığım” dediğini hatırlıyorum. Bir de, bir gün bir üniversitenin düzenlediği etkinlikte İlhan Berk’le karşılaşmıştık. Şair olabilmem için mutlaka bir sevgilimin olması gerektiğini söylemişti. Ben de olduğunu söylemiştim. Ama davranışlarımdan, beni sevgilisi olan birine benzetememiş olmalı ki, pek inanmadı. Ben de sevgilime telefon açtım ve yanımda İlhan Berk olduğunu, sevgilim olduğuna inanmadığını söyleyerek, telefonu İlhan Berk’e vermiştim. Onunla konuşmuş ve inanmıştı. O günden sonra sıkı dost olmuştuk İlhan Berk’le. Yani ironik olan bir yana, gerçekten aşık olmayan biri şiir yazamaz.
-
SALİH BOLAT İLE YENİ KİTABI “ATLARIN UYKUSU”NU KONUŞTUK NİSAN ÇELİK
-Yeni yayımlanan Atların Uykusu adlı kitabınızın adından başlayalım mı?
-Öncelikle bir varlık olarak atın tasarımı, estetik denge açısından beni çok etkiler. Bu yüzden şiirlerimde çok sık geçen bir imgedir. Atlara bakmayı, atlarla ilgili okumayı çok severim. Atlar ayakta uyur, örneğin. Fransa’da, Seine nehrinin yatağına yakın bir yerde yapılan bir kazıda onlarca ata ait kemiklere rastlandığını okumuştum. Avcılardan kaçarken, uçurumun kıyısında sıkışan ve kendilerini aşağı atarak intihar eden atlara ait olduğu anlaşılmış… Neyse, kitabımın adını oluşturan “Atların Uykusu”, öncelikle bir bölümün de adı, bildiğiniz gibi. Bu bölümde ve başka şiirlerimde geçen “at” kavramını, ne bir içerik, ne de bir motif olarak alımlamak gerekir. Onlar birer çağrışım, birer metafordur. Neyin metaforu olduklarını anlamak için de, o şiirlere dönmek gerekir, elbette…
-1983’de yayımlanan ilk kitabınız Yaşanan ile aradan otuz yıl geçtikten sonra yayımlanan Atların Uykusu arasında nasıl bir poetik macera var?
-Aslında bırakın yılları, her şiir arasında bile ciddi bir şair açısından önemli poetik maceradan söz edilebilir. Böyle olunca, otuz yıllık bir süreden söz ederken, on şiir kitabımdan ve bu süredeki şiirsel maceramdan söz etmiş oluruz. Bu konuda objektif gözlem yapabilmem söz konusu olamaz, elbette. Ama her şairin kendi yaklaşımları hep ilginç gelmiştir okura. Bu bakımdan bir şeyler söylememi istediğinizi anlıyorum.
- Öyle de denebilir…
-İlk kitabım “Yaşanan”, 1983 yılında yayımlandığında, 1980 faşist askeri darbesinin etkisi tüm yakıcılığıyla üzerimdeydi. O yıllarda bir genç şair olarak, duyarlılığımın bu yönde gelişmesi doğal karşılanmalı. Ne var ki bu denli ağır bir yaşantıyı şiire taşıyacak yeterli poetik bilinç düzeyimden söz edemem. Bu nedenle, o dönemin toplumcu şairlerinden, özellikle 1940 kuşağı şairlerinden etkilenmelerle bir şiirsel üslup geliştirmeye çalıştığım doğrudur. Zaten modern Türk şiirinin oluşum sürecinde bile kendi iç dinamizminden kaynaklanan yeterli bir birikimin olmaması ve İkinci Yeni olsun, daha önceki şiir deneyimleri olsun Batı şiirinden, özellikle Fransız şiirinden etkilenilmesi karşısında, benimki çok masum kalır. İkinci kitabım “Bir Afişin Önünde”, duyarlılık kaynakları açısından ilk kitabın devamı sayılabilir. Üçüncü şiir kitabım “Sınır ve Sonsuz”, soyut ve genel bir şiir dilinden, daha bireysel ve somut bir dil arayışına girdiğim bir kitaptır. Bu şiirsel tavrım, bazı toplumcu şiir çevrelerinde olumsuz eleştiriye hedef oldu. Bireyci ve bunalımcı bir burjuva diline yöneldiğimi öne sürdüler. Oysa ideolojik duruşumda bir değişiklik yoktu ve yalnızca poetik bir arayış içindeydim. “Karşılaşma”, “Uzak ve Eski”, “Gece Tanıklığı” adlı kitaplarım, tiyatro, mitoloji, tarih gibi söylem biçimlerinden şiirsel bir dil oluşturabilmem için olanak arayışları olarak yorumlanabilir. “Açılmış Kanat” adlı sekizinci kitabım, daha sonraki “Kanıt” ve “Atların Uykusu”nun habercisi bir kitaptır, bana göre.
-Düzyazı-şiir, her zaman şiirden uzaklaşma riskini taşır. Belirsizlikler’e çalışırken bu tür kaygılarınız oldu mu?
- Şiirin bir nitelik olduğunu kavram olarak ilk kez Roland Barthes’ın ifade ettiğini belirtmiştim daha önceki bir konuşmamda. Ama ondan daha önce Mallarmé, şiirin duyguyla, düşünceyle değil sözcüklerle yazıldığını söyleyerek; şiirin bir nicelik olmadığını da söylemiştir. Demek ki bir metnin ölçülü uyaklı, soldan sağa, dörtlükler biçiminde gibi geleneksel şekilde yazılıyor olup olmaması, onun şiir olup olmadığını belirlemez. Metnin biçimi nasıl olursa olsun; önemli olan metnin niteliği, tözü, gerçekliği kavrayış biçimi, kendini gerçekliğin yerine koyup koymamasıdır. Öyleyse şiirdir, siz onu nasıl yazarsanız yazın. Melih Cevdet Anday’da, Ece Ayhan ve Oktay Rıfat’ta yer yer rastlasak da bizim şiirimizde bunun örnekleri pek fazla yoktur. Genellikle formel bir şiirdir Türk şiiri. Niceliğe ağırlık veren, şiirin nitelik olduğunu henüz tam olarak kavramamış bir şiirimiz var bizim. Beni düzyazı biçimine iten, şiirin bir bütünlük işi olduğunu, gerçekliği kavrayış biçimi olduğunu anlamam oldu.
-Burada yeri gelmişken sormak istiyorum: Türk şiirinde “gelenek” konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Bu gelenek konusu beni hep ürkütmüştür. Şiirimizin gelişmesinde zaman zaman bir handikap olmuştur. Çok yetenekli bazı şairlerimiz, örneğin Ahmet Muhip Dıranas, “gelenekten kopmadan, modern bir şiir oluşturmak” gibi bir tutum izlemişlerdir. Az önce söylediğim gibi, formalist tutum, biçim tutkusu, şiirimizin modernleşmesini geciktirmiştir. Dıranas, bir Beaudelaire hayranı olduğunu ve onu kendi dilinden okuyabilmek için Fransızca öğrendiğini belirtir, bir yazısında. Bunun çok saygın bir davranış olduğu açıktır. Ne var ki, Beaudelaire’in düzyazı-şiir (poésie en prose) biçiminde yazdığı ünlü Paris Sıkıntısı adlı kitabı, gelenek anlayışı yüzünden Dıranas’ı biçim olarak etkilememiştir. Oysa Paris Sıkıntısı’nın yazıldığı zaman ile Dıranas’ın zamanı arasında neredeyse yüz yıl vardır. Yani yüz yıl önceki Beaudelaire, Dıranas’tan daha devrimcidir, diyebiliriz.
- Kendinizi bu bağlamda nerede görüyorsunuz?
- Dediğim gibi ben “gelenek” ten ürkerim. Bunun nedeni belki de Umberto Eco’nun şu sözlerinin kulaklarımda çınlamasıdır hâlâ: Faşizmin birinci özelliği, gelenek kültüdür. Gelenekçilik, tabii, faşizmden çok eskidir. Gelenekçiliğe göre bilginin ilerlemesi mümkün değildir. Gerçek nihai olarak açıklanmıştır. Yapabileceğimiz tek şey, bu gerçeği yeniden yorumlamaktan ibarettir. Gelenekçilik modernizmin reddini içerir.
- “Karanlık Soru” adlı şiirinizde, “evime dönmek istiyorum//ağacına dönmek isteyen meyve gibi//bir manav tezgahının//yabanıl yalnızlığında.” Yer alan dizeleri, uygarlığın getirdiği yalnızlıktan kaçış isteği olarak mı yorumlamalıyız?
- Kaçış isteği değil de, başka tür bireysel-toplumsal evrilmeye geçiş isteği desek? Uygar toplumun iletişimsizlik, yabancılaşma, kitleselleştirme gibi olumsuz sonuçlarından, organik ve toplumsal olana dönüş isteği belki de. Bir yerde Baudrillard toplumsal olanın hızla kitlesel olana dönüştüğünü söylüyor ya… Etkin olan ve bireylerin organik birliğinden oluşan toplumsalın, giderek şematik, edilgen, geçirgen olmayan, şekilsiz bir yapı olan kitleye dönüştüğü çağımızda şiirsel bir “umar” arayışı…
- Sözünü ettiğiniz “umar” arayışını, ülkemiz bağlamında ve şiirn dışına da yayarak değerlendirirsek, bu arayışa bir “aydın sorumluluğu”diyebilir miyiz? Böyle bir sorumluluk açısından ülkeyi nasıl görüyorsunuz?
- Evet, tam da bunu söylemek istiyorum. Benimki bunun alçakgönüllü ifadesiydi. Ama madem konuyu genelleştirdiniz, konuşayım: Bir kez Türkiye, cumhuriyet tarihi boyunca böylesi bir aydın ihaneti yaşamamıştır. Ülkeyi satmakla ve karanlığa götürmekle görevli bir örgütsel yapı, siyasi parti adı altında, emperyalist güçler ve onlarla işbirliği yapan yerel aydınlar (bunların bazılarına Attila İlhan “komprador aydın” diyordu), tarafından göreve getirilmiştir. Şiir yazan, roman yazan, eleştirmenlik yapan, akademik misyonları olan birçok insan bu projede görev üstlenmiştir. Bu durum benim açımdan utanç vericidir. Böyle bir manzara karşısında şiir ne yapabilir? Burada da yinelemek istiyorum: Dilin içinde saklı duran şiiri bulabilmek için, evet, hâlâ taşları dinliyorum, bulutları anlamaya çalışıyorum, gök işaretlerini ve yıldız motiflerini çözüyorum; ateşin kaygısını, gecenin dilini, gölgenin tarihini bilmek istiyorum. Mültecilerin öykülerini, sınır boylarından gelenlerin anlattıklarını aklımda tutuyorum. Benden önce yaşayıp gitmiş şairlerin hayatlarını yaşayabileceğim bir çare arıyorum.
-“Belirsizlikler” bölümünün ağırlığına ve mistik atmosferine karşın, “Suluboya Resimler” adlı bölümdeki şiirler daha lirik, güncel yaşamın daha içinde gibi…”Belirsizlikler’’e sizin bilinçaltınız diyebilir miyiz?
- Suluboya Resimler adlı bölümdeki şiirler, haklısınız, daha uçuşkan bir duyarlanımın ürünleri. Haiku değiller ama haikunun arka planını oluşturan heyecan özelliğine sahipler. Aslında bütün şiirler bir yerde şairin bilinçaltının yansımalarıdır. Ama buradaki “bilinçaltı” olgusunu psikiyatrik bir olgu olarak değil de, “estetik süreç” olarak ele almak gerekir. Yani “sanat”, “sanat yapıtı”, “sanatçı”, “yaratma süreci” gibi kavramların neliği çevresinde ele almak daha doğru olur. Bu bakımdan, örneğin Freud bile bu kavramları irdelerken, mutlu, sosyal hayatta uyumlu, problemsiz insanların sanat yapamayacaklarını öne sürer. Sanatın, gündüz görülen, uyanıkken görülen düş olduğunu belirtir. Şiir için, “bilinçaltının dışavurumu” dediğiniz zaman, bastırılmış, açıklanamayan duygu ve düşüncelerin ifadesi demiş oluruz ki, bu yaklaşım şiirin ussal özelliğini reddetmiş olur. Bazıları şiirin usa aykırı olduğunu öne sürse bile, gerçekte şiir, usun denetiminde olan, usun biçimlendirdiği bir duygusal evrenin ürünüdür. Yoksa her saçmalığı (sıkça rastladığımız gibi) şiir sayardık. Şiirsel yaratma sürecinde usa jandarmalık görevi verdiğim anlaşılmasın. Şunu demek istiyorum: Şiir eni konu dil etkinliğidir. Dilin, bir mimari uyum bağlamında, estetize edilmiş bir matematik bağlamında biçimlendirilmesi işidir. Bunu, usu dışlayarak yapamazsınız. Şiir bilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin sınırlarını bozar. Aydınlıkta duran gerçekliği karanlığa çeker ve onu şimşek aydınlığında görülebilen bir özellik kazandırarak yeniden kurar. Oysa roman gerçekliği gündüz aydınlığında algılar.
-Atların Uykusu’ndan sekiz yıl önce yayımlanmış olan “Kanıt” adlı kitabınızla ilgili bir söyleşide şöyle demişsiniz:“ 'Kanıt'ı, benim şiir anlayışımın getirdiği tepe nokta olarak görüyorum ben. Bundan sonra yeni bir şey yapmalıyım. Mesela, doğanın şiirlerimde daha farklı biçimde olmasını sağlamalıyım ya da şiir parçalanmış bir dil diyorum ama ben bunu yapabiliyor muyum?” Yapabildiniz mi?
- Burda şiirden, yani sanattan söz ettiğimize göre, insan ömrünü aşan bir süreçten söz ediyoruz demektir. Goethe ne diyordu,”sanat ne kadar uzun tanrım, hayat ne kadar kısa.” Elbette konuyu kendi şiirimin gelişimiyle sınırlı tutarak, özellikle “Belirsizlikler” başlıklı bölümde, bilinç parçalanmasına izin vermeden, içinde yaşadığım somut ve soyut gerçekliği parçalanmış (doğal gramerinden saptırılmış, imgesel ve metaforik özellik kazandırılmış) bir dille şiire taşımaya çalıştım. Bunu ne kadar başarabildiğime (elbette benim de bir eleştirel değerlendirmem var) okur karar versin. Şunu söyleyebilirim: Atların Uykusu, birçok açıdan Kanıt’ı geçti, bence.
- Bir tür özgürlük yolculuğu diyebileceğimiz şiir yazmak, sizde nasıl gerçekleşiyor? Yani yaratıcı süreç ile özgürlük arasındaki ilişkinin sizdeki yansıması konusunda neler söylersiniz?
- “Yaratıcı süreç” dediğimiz şiir yazma süreci, kendimi en mutlu hissettiğim zamanlardır. Zaten insan mutlu olduğu kadar özgür demek değil midir? Biraz önce şiirin, gerçekliği karanlığa çektiğini, gerçekliğin sınırlarını bozduğunu ve yeni bir gerçeklik kurduğunu söylemiştim. Bunun nedeni, bizden önce ve bizim dışımızda belirlenmiş olan verili gerçekliği yeniden ve kendimize özgü bir biçimde yaratmaktır. Böylece şiir onu yazana ve okuyana özgürlük duygusu, itiraz duygusu verir. Şair bu duyguyu şiir yazarken, okur da şiiri okuyup yeniden üretirken yaşar. Bütün sanatlar böyledir. Zaten sanatların ortak varlık nedeni, insanı kuşatan verili gerçekliği yıkarak, onu özgürleştirmek değil midir?
10 Temmuz 2014, Cumhuriyet Kitap. -
AHMET ÖNEL: SALİH BOLAT İLE ŞİİR VE BAŞKA ŞEYLER ÜSTÜNE
Salih Bolat’la Şiir ve Başka Şeyler Üstüne
Ahmet ÖNEL
-Sevgili Bolat, senin şiir serüveninin yakın bir takipçisi olarak tanımlayabilirim kendimi. En azından son otuz yıllık şiir dünyana, yakın ve açık bir pencereden baş uzattım diyebilirim. Kimi şiirlerinin ilk tanığı, ötesinde dinleyicisiyim, hatırlayacaksın. Islak Ankara akşamlarında, kitapçıların ya da mağazaların puslu vitrin ışıklarında cebinden çıkardığın kimi ilk şiirlerini bana okuduğun çok olmuştur. O günden bu yana değişmeyen (olumsuz anlamda değil) o şiir sesini toplu şiirlerine bakınca bir kez daha fark ettim. Bolat’ın şiir sesi, şu yıllar yılı şiir üstüne konuşmalarımız ya da yazışmalarımızda temel omurgaya oturan “yerel/evrensel” meselesine çok iyi bir yanıt niteliğinde sanki. Bu yargıyı pekiştiren duygu da, öncelikle ilk şiirlerinde gezinen o “Kilikya/ Ankara” hattının kararsız ama dengeli salınımı. Bu tespitime katılır mısın?
-Kesinlikle katılırım. İnanır mısın, ben de dokuz kitaplık ve kırk yıllık şiir toplamının bir arada topluca yayımlanmasıyla birçok şeyi fark ettim. Bunlardan biri de, senin vurguladığın konu. Yani “yerel-evrensel” konusu. Duyarlılık kaynaklarımın, şiire taşıdığım insani maceranın bana özgü bir coğrafyadan ve toplumsal kesitten, giderek çok daha herkese ait olana doğru evrildiğini gördüm. Şöyle de söyleyebilirim; başlangıçta genel ve soyut olandan, tikel ve somut olana doğru bir gelişme...Kendime karşı daha acımasız ve cesur olmam gerekirse, “şiir olan” a doğru bir gelişme görüyorum. Bana göre, senin “yerel” diye belirttiğin, “şiirin çevresinde dolaşma” dır. Demek, dokuz kitaplık toplamda, şiirin yakınlarında olan’dan, şiirin derinliklerine doğru olan’a evrilmişim. Şu da var: Yalnızca kendimin değil, başka birçok sanatçının da başlangıçta kendi içsel ve dışsal serüvenini anlattığı yaygın bir gerçek. Bu kendini anlatmayı, başlangıçta “lirizm” olarak kabul ettim. Oysa lirizmin, şairin birinci tekil anlatı açısıyla seslenmesi demek olmadığını çok sonra anladım. Örneğin, Adorno’nun bunu anlamamda çok katkısı oldu. Adorno, bir şiirin tözünün ya da gövdesinin, sadece bireysel itilerin ya da deneyimlerin dile gelişi olmadığını, liriğin tözündeki evrenselliğin toplumsal bir doğasının olduğunu öne sürüyordu. Şiirde kendimi anlattığım zaman, aynı zamanda nasıl başkalarını da anlatabilirim, uzun yıllar temel sorunum bu oldu. Şiirin “yeniden üretilebilir bir dil” olduğunu anladığım zaman, bunu gerçekleştirmenin yollarının neler olduğunu anlamaya yönelik poetik çalışmalar yaptım. Bu çalışmaların bazılarının poetik-kültürel yazılardan oluşan kitaplar olarak çıktığını sen de biliyorsun.
-Senin şiirlerinin bende bir de imgesel karşılığı vardır. Bir adım ileriye gidip görsel karşılığı diyeyim istersen. İsim de vereceğim bu noktada. Çok sevdiğim ressam dostum Habip Aydoğdu’nun resimlerinin şiirsel karşılığını görürüm senin dizelerinde; ya da bunun tam tersi diyelim. Ağaç gövdelerinin üstünde gezinen yılanın bir anda görünüp kaybolan hareketinden, bir martı çığlığının o kısa zaman diliminde gökyüzüne imzasını atıp kaybolmasına kadar. Doğanın her an değişen o yaşamsal eylemliliği ve sürekliliği senin şiirlerinde dipten dibe ısrarla yer almış ve ana gövdeyi sağlamlaştırmıştır kanımca. İnsan- doğa ikilemindeki bu akıl almaz yer değiştirmenin hızı da şiirin gücüne dahil bu yüzden!
“belki yanılsamadır kederli bir bahçıvan olmak /ve yaşamak yaseminlerin bir çağrışımıdır belki /bu yüzden, herkesin karşı çıktığı bir günde ölebilir /bahçıvanları budayan kederli bir yasemin.”
Bu dizelerin, söylemeye çalıştığım fikrin bire bir karşılığı belki de. Eklemek istediğin bir şey olabilir mi?
-Benim şiirlerimde doğayı pastoral bir boyut olarak ele almak yanıltıcı olur. Doğa benim için nicelik değil, niteliktir. İmgesel dil yaratmanın vazgeçilmez bileşenidir. Çünkü imge, benim için şiirin temelidir. İmge sayesinde, duyular alanının dışında kalan gerçekliği, duyular alanının içine çekebiliriz. Böylece anlatılamaz olanı, anlatılabilir olan durumuna getirebiliriz. İmge, anlamın görsel tasarımıdır. Bu yüzden bir şey anlatmak, benim için görsel tasarımlar yaratmak demektir. Bu nedenle benim imge yaratma sürecimde, doğanın büyük katkısı vardır. Şiir için doğa, nesneler, insan dışı şeyler büyük olanaktır. Bir duygu durumu, bir duyarlılık boyutu oluşturabilmenin tek yolu insan değildir. Doğa ve nesneler de bunu yapabilmek için size sonsuz olanak sağlar. Fakat doğa ve nesnelerle poetik bir ilişki kurabilmek kolay değildir. İnsan gibi, size asla hazır duyarlılıklar, gerilimler, metaforik bağlamlar sunmazlar. Metaforik diyorum, çünkü imge yaratmanın temel yolu metafor yaratmaktan geçiyor. Metafor, bildiğimiz gibi bir benzetme ilişkisidir. Benzeyenle benzetilenin birbirlerinin yerine geçtiği bir ilişki. Sözünü ettiğiniz şiirde de böyle bir durum var: “bahçıvanları budayan kederli bir yasemin” Burada metaforla yapılmış bir imge söz konusu.
-Sevgili Bolat; şiirsel yolculuğunda insana, hallere, topluma, ötesinde sanata ve sanatçıya bakışında temiz ve içten bir duruş sergilediğini söylemek mümkün. Bunun şiirsel karşılığında, yani imgesel yapılanmada zaman içinde bir değişiklik yaşadığını söylemek olanaklı mı dersin?
- Burada Kavafis’in “içtenlik” konusunda söyledikleri aklıma geliyor: Kavafis, on yıl arayla “ölüm” izleğine dayanan üç şiir yazdığını ve her şiiri yazdığında son derece içtenlikli bir şiir yazdığını düşündüğünü, fakat on yıl geçtikten sonra okuduğunda, hiç de içtenlikli olmadığını gördüğünü söyler. Demek, “içtenlik” konusu zamanla anlam değiştiren bir şey. Burada Kavafis’in iki yüzlü, içtenliksiz falan olduğunu söyleyemeyiz. Olsa olsa bir durumu “içtenlik” olarak kabul etmemizi sağlayan ölçütler değişmiştir. Şu da var, hiç kimse bizi sanat yapmamız için zorlamıyor. Şiir yazmak oldukça gönüllülüğe ve bireyselliğe dayanan bir iş. Nazım’ın dediği gibi zor bir zanaat, aynı zamanda. Benim özelimde, şiirimi oluşturan imgesel evrenin yalın olandan karmaşık olana doğru geliştiğini gözlemlediğimi söyleyebilirim. Aynı zamanda, her karmaşanın altında bir yalınlığın yattığı da gözlemlediğim bir gerçektir. Şiirin “ne” olduğu beni hep ilgilendirdi. İlk Kar’ı okuduğunda, tiyatronun biçiminden mitolojiye ve destan söylemine, oradan haiku’ya yaklaşan ses tonundan kutsal kitaba çeşitli deneysel çabalar görebilirsin.
-Dokuz kitap ve bir toplu kitap. Kanımca şiir yolculuğunun daha uzunca bir sonrası olmalı. Böylesi bir toplam için erken değil mi? Belki de bir şairin okurlarıyla yüz yüze hesaplaşması adına bir düello çağrısı bu! Bu sorumu, hani tuhaf kaçmazsa bir Bolat şiiri okuru olarak yanıtlayabilir misin?
- Aslında ben de başlangıçta böyle toplu şiir kitabı yayımlamayı bir tür “jübile” olarak görüyordum. Ama süreç içerisinde, hem şairin hem okurun, bir şairin şiir yelpazesine tanıklık etmesi açısından iyi bir yol olduğunu düşündüm. Buna “düello” demeyelim de, “buluşma” diyelim istersen. Çünkü düelloda eşit elemanlar arasında “yenilgi” yle sonuçlan bir hesaplaşma söz konusu. Benim toplu şiirleri yayımlamamı, benim irademe dayanan tek taraflı bir “okura gitme” olarak kabul etmek gerekir.
-Senin de çok sevdiğini bildiğim Rerné Char bir şiirinde “kumun yazgıyı alt ettiği yerde ölçülebilir bir derinlik kalır hep." der, hatırlayacaksın. Doğadan topluma, toplumdan doğaya sonsuz bir devinimin sözcüklerdeki yansıması demeye getiren bir yan gizli bu söylemde. Senin şiirinin tortusu zaman içinde nasıl bir söylemin sözcülüğünü üstlenir acaba? Şairane bir dilektir bu ama gereksiz olduğunu söylemek hiç şairane olmayacaktır kanımca. Ölçülebilir bir derinliğin karşılığı Bolat şiirinde “nasıl olsa iyi duracaktır?”
-Evet, René Char’ı severim. Provence’lı şair. Akdeniz’den biraz içeride, hemen kuzeyinde Alpler’in sıralandığı bir coğrafyadır, Provence. Benim doğduğum Adana çevresine benzer. Hemen kuzeyde Toroslar sıralanır. Sarıasma kuşları, dere yatakları, zakkumlar, kır çiçekleri…Belki buradan başlayan akraba bir ses vardır. “Ölçülebilir derinlik”, “doğal derinlik”ten farklı olarak yaratılmış bir derinliktir. Doğal derinlik, içine girmeye çekinilen, korkulan, uzak durulan derinliktir. Yaratılmış, (poetik ya da imgesel) derinlik, içine girmek istediğimiz, belki de kaybolmak istediğimiz derinliktir. Yaratılmış derinlik, senin ifadenle (Char’ın da ifadesiyle), ölçülebilir derinlik, estetize edilmiş bir derinlik olarak saygı duyulan bir derinliktir. Oysa doğal derinlik, olsa olsa “tehlikeli” dir. Yaratılmış derinliğe duyulan saygı, gerçekte ateşe duyulan saygı gibi, öğretilmiş bir saygıdır. Gaston Bachelard’ın, bir mum alevinden parmağımızı çekmemizi sağlayan refleksin, bilgimiz içinde bilinçli bir yeri olmadığını, buna karşın bu refleksin toplumsal bir bağlantısı olduğunu öne sürdüğünü hatırlıyorum. Bu yaklaşımı, derinlik bağlamında da okuyabiliriz. Şair kişinin derinlik arayışlarını yansıtan imgeleminde bilinçli bir yeri vardır. Yaratılmış derinlik içerisinde kaybolma isteği,
-Sevgili Bolat; şiirinde tutkunu olduğun sözcükler var: Aslında bu sözcükler şiir yoluyla hayatın tanımı/tarifi konusunda da anahtar işlevi görüyorlar kanımca. Benim dikkatimi çeken şu ısrarlı imgelerden biri de “gece”. Tüm şairler sever bu sözcüğü ve çağrışımlarını elbette ama, senin gece sözcüğündeki ısrarında bir “onun hemen başında bekleme” edimi “aydınlığa doğru değişimi görme arzusu” ve bütün bunların yanı sıra getirdiği bir bekleyiş azmi ve sabrı var sanki. 2004’te yayınlanan Açılmış Kanat kitabının bir yerinde sorduğun şu sorunun, yani “o gün bir yanıt bulamadık gecenin sorusuna” dizesinin karşılığını 2015’te yayınlanan “Atların Uykusu’nda şöyle yanıtlıyorsun sanki: “geceye yol gösteren çakıl taşı / hançerin oluğunda akan ay ışığı / bunu anlatıyor: yokluğu” Bu soy imgelerin gelip dayandığı son adresin yokluk, ötesinde umutsuzluk olduğunu söylemiyorsun elbette. Ancak, kimi kavramların imgesel karşılığını, belki de okurun algısında henüz yerini bulamamış ve doldurulmaya hazır noktalar aracılığıyla yazılacak olan yeni sözcükler olarak algılıyorum. Bu umarsız oyun elbette şiire, özellikle Bolat şiirine yakışıyor kanımca. Bu tespitime katılır mısın?
-Kesinlikle katılırım ama şu şartla: Buradaki “yokluk” u, “olmayan” anlamında anlamalıyız. “Gece” biçimlenmemiş bir boyuttur. Her şeyin eşitlendiği, gündüz öne çıkan anlamların, vurgulanan simgelerin silindiği bir düzlemdir. Evet, “gecenin yanıtını” Açılmış Kanat’ta okuyoruz ama Atların Uykusu’nda da “gece yanlış biliyor her şeyi” diyoruz. Çünkü gece asla kesin değildir. Gündüzdür tutarlı olan. Gecenin kendisiyle çelişmesi, onun doğasında vardır. Diyebilirim ki, gündüz düzyazıysa, gece şiirdir. Gündüz bir cevapsa, gece sorudur. Bu bağlamda “yokluk” vurgusunu da gecenin bir gösterileni olarak anlamak gerekir. “Gece” ile “karanlık” da aynı şey değildir. Karanlık bana göre gecenin ideolojik bir kavranış biçimidir. Oysa ben şiirlerimde geceyi poetik bir süreç olarak ele alırım. Hatta bir organizma olarak…Karanlık kuşatıcıdır, gece içseldir. Karanlık, dümdüz, pürüzsüz bir yüzeydir. Oysa gece, yer yer parlak noktalardan oluşur ve yer yer keskin bir ışıkla yırtılır. Karanlıkta hiçbir şey göremezsiniz, oysa gecedeki parlak ışıklarda “öyle olmayan” ı görürüz. Geceyi “biz” anlamlandırırız. Karanlık nesneldir, gece öznel. Tıpkı şiirsel imge gibi. Gündüz bir haksızlıktır, çünkü eşit değildir. Oysa geceden herkes payını alır. İşte gecenin biçimlendirdiği bir dille ancak şiir söylenebilir. Şiir “olmayan” ı biçimlendirir. Yani “öyle olmayan” ı. Gündüz düzyazıdır, dedim ya, düzyazı “olan” ı biçimlendirir. Gece şiirdir ve “öyle olmayan” ı biçimlendirir
-”Gidenin verdiğini alacak kimse olmadıkça” şiir var olacak elbette. Ancak, şiirinin hani şu “kertenkelenin uykusuyla” bezeli poetikasında kimi zaman geçip gittiğimiz bahçelerin boşluğu ile baş başa bırakıyorsun okurunu. Bu şiirlerin gizli bir çığlık ya da açık bir ağıt olmasından yanasın sanki. Evrilen, değişip dönüşen bir süreç 83’te yayınlanan “Yaşanan”dan bu yana değişip dönüşerek bu güne ulaştırıyor hepimizi. Toplumsal serüvenimizin izdüşümüne de tanıklık ediyoruz bu şiirlerde. Maraş’tan Madımak’ a el uzatıyoruz. Yeri kolay doldurulamayacak kıymetlerimizin yokluğuna içimiz eziliyor ve “bahçemiz” rahat soluk aldırmıyor! Şiirinde derin bir hüzün de egemen bu yüzden ve bu ısrarlı duruşun kalemini de, yakanı da rahat bırakmıyor. Şair sorumluluğundaki bu koca coğrafyanın sınırı yok mu gerçekten? Yalnızca aşkın, özlemin, vuslatın egemen olduğu bir bahçemiz olmayacak mı sence de?
- Şiirin tanrısal bir dil olduğunu düşünürsek, şair sorumluluğundaki evreni sınırlandıramayız. Çünkü şiir dili “süreçsel” bağlamda zamansız bir dildir. Oysa düzyazı “geçmiş-şimdi-gelecek” süreçlerinde “ilerleyen” bir dildir. Şiir bütün bu süreçleri içinde taşıyan, başlangıcı ve sonu belli olmayan, “döngüsel” bir dildir. Bir şiir yapıtı, an’ı ve çağ’ı aynı anda içinde taşıyabilir. Dil gerçekliğin belirlediği bir yapı olduğuna göre, şiir de dil ile yapılan bir sanat olduğuna göre, şairin sorumluluk evreninde sınır aramak, sonuçsuz bir çabaya götürür. Maddi ve tinsel evrenin, bu evreni oluşturan gerçekliğin, şaire çok büyük bir “manevra” olanağı tanıdığı doğru. Ama bu olanak doğru kavranmazsa, kavramak için gereken poetik emek harcanmazsa, şiir yazmaya çalışan kişi büyük bir yıkıma uğrar. Uğradığı bu yıkım, ona büyük yanlışlar yaptırır. T.S.Eliot bir yerde şöyle der: “ Genç şair taklit eder, olgun şair çalar” Çünkü olgun şair, “ne” yin şiir olduğunu bilir. Sorumluluk evreninin sınırsızlığını gören şair kişi, bu sınırsızlığı taşıyacak dili nasıl yaratabilir? İşte, belki de benim dokuz kitaplık çabamı oluşturan “İlk Kar” bunu anlatıyor. Maraş’ın, Madımak’ın simgelediği, çağrıştırdığı insanlık dışı katliamların, bu bağlamda, şair sorumluluğundaki evrenin dışında kalması düşünülemez. Şiirin ilgi alanı, bu katliamları dışlarsa, şair kişinin kullandığı hiçbir sözcüğün değeri yoktur.
-Toplu şiirlerini yayınlayan bir orta yaş şairinin, şiirine, kendine ve okuruna karşı bir hesap verme biçimi olmalı. Tedirginliğin, yeni bir sesin, söylemin, imgesel arayışın kapısını aralayan bir yan yok mudur bu yeni arayışta? Son sorum bu olsun bu yüzden! Yeni çalışmalarında sesinin ve imgenin farklı arayışlara yelken açtığına ilk elden tanıklığın var mı?
-Toplu şiirler yayımlamak, yolun sonu değil, elbette. Dilin gücü, gerçekliğe bağlı olarak sonsuzdur. Şu başıboş rüzgâr, şu gökyüzünü çizip giden siyah kuş sürüsü, denizin orda öyle debelenip durması, şu taşların mutlak sessizliğindeki anlam, şu ağaç, şu kent, şu kalabalıklar şair kişiyi hep tedirgin eden dili üreteceklerdir. Bir şiir, bütün diğer şiirlerin bir sonucudur. Öyleyse, gerçekliğin içinden çıkacak yeni şiirlerin peşine düşmek, bu zanaatı yapmakla ancak ayakta kalabilen şair kişinin tutumu olmaya devam edecektir.
_______________________________-
İl Kar, Varlık Yayınevi, Şiir, 365 s. -
“İLK KAR” BAĞLAMINDA SALİH BOLAT’A SORULAR
“İLK KAR” BAĞLAMINDA SALİH BOLAT’A SORULAR
Cengiz Kılçer
- Yayımlanmış dokuz şiir kitabınız “İlk Kar“ adıyla Varlık Yayınlarınca toplu olarak yayımlandı. Merak ediyorum nasıl bir duygu uyandırdı sizde?
- Toplu şiirlerin yayımlanması konusunda zor karar verdiğimi belirtmeliyim. Sanki şiir yazmaya son vermiş gibi bir izlenimin oluşmasına mı katkıda bulunacaktım, acaba otuz yıl önceki bazı acemiliklerimin bugün okurun karşısına çıkması olumsuz bir etki yaratır mıydı, kitabın hacim olarak kolayca taşınmasına uygun olmaması, okur açısından caydırıcı bir etki yaratır mı gibi kaygılarım oldu. Ama bir yandan da böyle bir toplamın çeşitli bakımlardan iyi olduğu düşüncesi baskın geliyordu. Elbette yeni bir kitabın yayımlanması, her şair ya da yazarda olduğu gibi, çok heyecan verici bir olay. Ancak bir şairin kırk yıllık emeğinin toplu olarak yayımlanması, dokuz kitabının bir arada yayımlanması, daha farklı bir duygusal karşılık buluyor. Nasıl desem, şimdi biraz acemice bulduğunuz ilk kitabınızla, daha “olmuş” son kitabınızın yan yana olması, bayağı cesaret isteyen bir durum aslında.
- Kopuş olduğunu söyleyemem ama hep bir süreklilik olduğunu, İlk Kar yayımlanınca, daha net biçimde gördüğümü söyleyebilirim. Örneğin “doğa”, şiirlerimin imge düzeni, sözcük yapısı, ifade biçimi ne kadar değişirse değişsin, hep arka planda hatta şiirleri taşıyan kaide olarak var olmuştur. İşte, ağaçlar, bulutlar, yağmur, rüzgâr, gece, deniz, dağlar hiç vazgeçmediğim temel kavramlar olmuş. Bir de şiirlerimde hep bir anlam üretme ve iletme kaygım hep oluyor. Ama başlangıçta anlam yüzeyde ve yüzeye yakın dururken, giderek daha derine iniyor. Böylece şiirsel yapıt, okurdan “poetik” çaba istemeye başlıyor. Bu nedenle, örneğin “Bir Afişin Önünde” adlı kitabımla şiirimi tanıyanlar, diyelim “Kanıt” kitabımla karşılaştıklarında, şiirlerimin eskiden daha kolay anlaşıldığını söylüyorlar. Oysa kendileri şiirsel beğenilerini “eleştirel” bir düzeye taşımadıkları için, daha gelişkin olan şiir karşısında, şiirin kendilerinden isteyen “yeniden üretme” çabasını gösteremiyorlar.
- Neredeyse 30 küsur yıldır şiir muhitindesiniz, o gün ile bugün arasında ne gibi benzerlikler aykırılıklar var?
- Benim 30-40 yıl önce şiir yazmaya başladığım günlerde de şiir yazmak zorunda olmayan bir yığın insan şiir yazmaya çalışıyordu, bugün de…Anlamakta zorluk çektiğim şey şu: Şiir gibi zarif, keskin, yakıcı, kristalize olmuş ve “kötü mal” ın hemen belli olduğu, sahtenin hemen kendini ele verdiği bir etkinlik olan şiirle ilgilenenlerin çoğu, bu ilgilerini derhal kesmesi gereken insanlardan oluşuyor. Çünkü kendilerini gülünç duruma düşürüyorlar. Bir söz vardır: “Arı kırda, balı pazarda gerek” diye. Yayın piyasasının içinde yaşayıp da şiir zor yazılır. Hayatın farklı boyutlarının içinde olmak gerekir. Şiirsel çalışmalarını bir eleştiri ortamına sokmayı (ne bileyim, mesela dergilere göndermeyi) göze alamayan, kendilerine güvenemeyen birçok insan, kendileri dergi çıkarıp, yayınevi kurup yayın yapıyorlar. Oysa kendileri çalıp kendileri oynuyor. 30 yıl önce bu durum yaygın değildi. Baskı olanaklarının artması ve ucuzlaması, dergi ve kitap yayınlamanın kolaylaşması, bu “edebiyat dışı” ortamın genişlemesine yol açtı. Bu durum bir “şiir kirliliği” de oluşturuyor.
- Şiirlerinizdeki neredeyse her sözcüğünün altında sanki bir tür varoluşsal bağıntıların izini sürüyoruz ne dersiniz?
- Bu saptamanıza katılırım çünkü bu durum benim bilinçli olarak kurmaya çalıştığım bir poetik atmosferdir. Şiirin, bütün diğer sanatlarda olduğu gibi iki boyutu vardır: “Hayat boyutu” ve “akademik boyut”. Şiirin hayat boyutu, şiirin akademik boyutundan daha önemli değildir. “Akademik boyut” derken, şiirin bilgisel boyutunu, öğrenilen boyutunu, estetik perspektif gerektiren, tarih ve sosyoloji gibi diğer bilgi alanlarıyla ilişki kurabilme bilinci gerektiren boyutunu kastediyorum. Birçok insan, şiirin hayat boyutunu daha önemli görüyor. Hatta şiiri bu sanıyor. Oysa bu bir yanılsamadır. Turgut Uyar’ın bir sözünü hatırlıyorum. Büyük şair olabilmek için büyük yıkılmış olmak gerekmediğini, her gün evinden işine gidip gelen bir adamdan bir Mallarmée çıkabileceğini söylüyordu. Burada vurgulanan şey, şiirin hayat boyutunun reel, somut, gerçeklikte yaşanan bir hayat değil, iç dünya zenginliği olması gerektiğidir. Melih Cevdet Anday da sürrealist olan her şeyin, aynı zamanda şiirsel olduğunu söylüyordu. Çünkü şairlerin, görünen gerçekten uzaklaşma isteği, bunun yerine düşü önermeleri, aslında bilinçdışı olanı önerme anlamına gelmektedir bir bakıma. Birey, kendine dış dinamikler tarafından dikte ettirilmiş değerlere başkaldırmaktadır. Gerçeğin ve aklın denetiminden, düşün ve bilinçdışının özgürlüğüne varmak istemektedir. Bu özgürlüğe varmak, gerçekliği yeniden adlandırmayı gerektirir. Ancak bu şekilde bizi gündelik yaşamımızda kuşatmış olan “işlevsel anlam” a itiraz eden bir dil geliştirebiliriz. Bu da şiirle mümkündür. Demek şiir benim için bir “kendini gerçekleştirme” yolu oluyor. Bunu söylemekten kaçınmıyorum. Senin de belirttiğin gibi, her sözcüğün altında varoluşsal bir bağıntının hissedilmesi, şiirimin bütün imgesel evreninin varlık nedenidir. Gerçekte şiir de budur. Bir şiirin nesnesinin, içerdiği gerçekliğin ucuz ya da pahalı olması, derin ya da sığ olması, sıradan ya da nadir olması hiç önemli değildir. Önemli olan, bu gerçekliklerin, nesnelerin, şiirin dili içerisinde, poetik ve estetik bağlamlarda dönüştürülüp dönüştürülmediğidir.
- Mallarmé "şiirde daima gizem olması gerektiğini savunuyor şiirin böyle bir müphemliğe ihtiyacı var mıdır?
- şiir bağlamında “müphemlik” bir neden değil, bir sonuçtur. İçinde yaşadığımız somut ve soyut gerçekliğimiz, son derece kesin anlamlarla belirlenmiştir. Bu doğaldır çünkü insan toplumsal bir varlıktır ve bir arada yaşamak zorunda olması, gerçekliği “ortak” ve “anlaşılır” yapmayı gerektirir. Ama bu “ortak” ve “anlaşılır” olma durumu, insanı “hakikat” ten uzaklaştırmış ve “gerçek” in kölesi yapmıştır. Gerçeklik (réalite), hakikat (vérite)’in evcilleştirilmiş, insana indirgenmiş biçimidir. Gerçeklik, kurulmuş bir hakikattir ve sanaldır. İnsanlar bu sanal yapı içinde yaşayıp gitmekten mutlu olurlar. Elbette bu mutluluk da sanaldır. Gerçeklik verilidir. Hakikat yabanıldır ve insana göre onarılmamıştır. Gerçeklik verili değerlerin görünmeyen duvarlarıyla kuşatılmış bir evrendir. Hakikat, içine girilmenin kolay göze alınamayacağı bir özgürlük karanlığıdır, yalnızlık dehşetidir. İşte şiir hakikati önerir.- “Poetik bir arayış”ınız belli bir noktaya netliğe geldi mi yoksa sürüyor mu?
- Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta söyledikleri aklıma geliyor. Bir orta yaş şairi olan Nazım, henüz şiire ulaşamadığını, “şairanelik” belasından kurtulamadığını söylüyordu. Ben de şiirin bir “duygulanma işi” olmadığını, “az sözle çok şey anlatan” bir şey olmadığını, her şeyden önce bir anlamı iletmek amacıyla örgütlenmiş bir dil olmadığını, şiirde dilin amacının kendisi olduğunu anladığımda epey zaman geçmişti. Bu söylediklerim şiirin gerçeklikte karşılığı olmadığı, “kuş dili” olduğu anlamına gelmez. Evet, şiir hazır duyarlılıkları, duygu durumlarını güzel biçimde anlatan değil, duyarlılık ve duygu yaratan bir dildir. Şiir yapıtının içerdiği duyarlılık daha önce, o şiirden önce yoktur. Bu yüzden şiir bir bakıma “olmayan” ı biçimlendiren bir dildir, diyebiliriz. Şiir kendi dışında referansı olmayan bir dildir. Şiirsel anlamda, şairin varlığı sorgulama etkinliğini, yöntemli bir bilimsel etkinlik olarak da anlamak yanlış olur. Bir tür “kapanma” anlamında diyebileceğim "varlığı sorgulama" etkinliğini, Joubert, "gizil düşünme durumu" olarak açıklar. Bu durumu, şairin kendi bilincinin denetiminden geçici olarak vazgeçmesi olarak da açıklayabiliriz. T. S. Eliot, şairin bu özelliğine bakarak, "sanatçı, çağdaşlarından hem daha ilkel hem de daha uygar" diye yazacaktı . Eliot'a göre uygar insan mantık öncesi düşünme biçimini yitirmiştir; bu tür düşünce ancak şairin kendisine ya da şair aracılığıyla bize gelir. "Simgecilik" akımının da temelini oluşturan bu yaklaşım, benim “kapanma” olarak adlandırdığım etkinliğin yansımalarından biridir aslında. Çünkü insanlığın var olduğu zamandan buyana dile aktardığı ve böylece nesnelleştirdiği gerçekliği, şair yeniden “şiir” dediğimiz dile aktaracak, sözcükleri ilk kez görecek ve keşfedecektir. Gerçeklik şiirin dilinde tikel ve somut biçimiyle yer alırken, okur da her zaman yanından geçtiği fakat görmediği gerçekliğin ayrımına varacaktır. Yani şunu demek istiyorum: Poetik çaba hep sürecektir çünkü şiirin yapı taşı olan dil canlı bir organizmadır ve her an değişerek gelişirken, şiirin nesnesi olan “hayat” da her an değişerek gelişmektedir.
- Evet, Türkiye’de şiir çok yazılmasına karşın, eleştirisinin yeterince gelişmemiş olduğu bir sanattır, ne yazık ki. Şiirin eleştirisi, Orhan Koçak gibi iki-üç değerli adı saymazsak, yine şairler tarafından yapılıyor. Bunun nedeni, şiire içeriden bakabilen bir eleştirel duyarlılığın, akademik bir dilin gelişmemiş olmasındandır. Diğer sanatlarda, örneğin plastik sanatlarda ve sahne sanatlarında, sanat yapıtının nicelik boyutu, biçim yanı, teknik ayrıntıları, o sanata içeriden bakabilme yeterliliği olmasa bile, üzerine birçok eleştirel düşünce üretilebilecek özelliğe sahiptir. Oysa şiirin biçimsel, teknik malzemesi çıplak dildir. Bu nedenle şiir eleştirmek, tamamen ona içeriden bakabilmeyi gerektirir. Bu, şu anlama gelir: Şiir eleştirisi yapabilmek için estetik, dilbilim, tarih, sosyoloji, felsefe, edebiyat tarihi, psikoloji, sanat tarihi bilmek yeterli değildir; imge yapma süreçleri, sözcük ideolojisi, metaforik gerçekliğin hakikatle ilişkisi, sözcüklerin nesnelerle ilişki düzeyleri ve biçimleri, aşk, yalnızlık, ölüm, kavga, düş vb. bir yığın şeyle ilgilenmek gerekir. Yani “dil” dediğimizde onun içini hangi süreçler ve dinamikler dolduruyorsa, hepsiyle ilgilenmek gerekiyor.
- Karl Marx Kapital’de “Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarı, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir” saptamasını yapar; sizce şiiri yapı, şairi de mimar, belki de imge üzerinden görmek, kurmak mümkün mü?
- Kesinlikle şiiri yapı, şairi de mimar, belki de imge üzerinden görmek, kurmak mümkündür ama şairin bir şiiri yazmadan önce onu imgesinde kurduğunu söylememiz mümkün değildir. Bu durum, adı üstünde, “kurmaca” dediğimiz roman, öykü, oyun gibi edebiyat sanatlarında mümkündür. Şiirde anlam, onu yazma sürecinde oluşur. Nazım Hikmet bir yerde şöyle diyor: “Bir kavga şiiri yazmak amacıyla şiire başladığımda, bir aşk şiiri yazdığımı gördüğüm olmuştur” Çünkü şiir döngüsel bir dildir, nerede başlayıp nerede bittiği belli değildir, düzyazı ise çizgisel bir dildir. Şiir, dünyevi bir dil değildir. Onaylayıcı bir dil değildir. Gerçekliği betimleyici bir dil değildir. Hatta şiir gerçekliği, dünyayı ışığın altından karanlığa çeken ve onu yeniden adlandıran bir dildir. Şiir gerçekliği şimşek aydınlığında kavrar. Aniden, çok keskin ışık altında... Böylece, şimşek aydınlığında görülen gerçeklik, herkesin kendine göre anlam yükleyeceği gerçeklik haline gelir. Okur, onu yeniden anlamlandırır, yeniden üretir. Böylece şiirsel metin okura korkunç bir özgürlük, ilk baştan başlama, ilk elden gerçekliği kavrama olanağı tanır. Oysa, özellikle roman gerçekliği gündüz aydınlığında, projektör aydınlığında kavrar. Betimler, düzenler, yeniden sunar. Şiir düzenlemez; yıkar, bozar, öyle sunar gerçekliği... Şiirin böyle bir marifeti var.
“Anlamın görsel tasarımı” demek olan şiirsel imge üzerine yeniden düşünmek, şiirsel imgeyi eskiden olduğu gibi küçümsememek gerekiyor. Çünkü artık şiirsel imge, şiir dilinin vazgeçilmez aracı haline gelmiştir. Bundan sonra, imge ile şiirsel imge üzerine düşünce üretmemiz gerekiyor. Dünyanın en iyi şiirini yazan Rene Char, Adonis, Yives Bonnefoy gibi şairlere bakınız, yepyeni imge anlayışıyla şiir yazdıklarını göreceksiniz. Romanda, bildiğimiz zaman ve mekan boyutları içerisinde gelişir her şey. Tanıdığımız karakterler ya da bireyler vardır. Oysa şiir, yabanıl ve ilkel bir düzlemden yapılan tanıklıktır. Eliot’ın dediği gibi, insanlığın mantık öncesi düşünme biçimiyle yapılan bir tanıklıktır. Bu yüzden de şiir, kronolojik anlamdaki zamanın ve insanların kendilerini güvenlik içinde hissetmeleri için oluşturdukları mekanların dışında ve ötesinde bir dil ile ifade eder tanıklığını. Şairin evren karşısındaki sürekli şaşkınlığı, sürekli sorular sorması bu yüzdendir. Şunu söyleyebilirim: Şiirin tanıklığı, herhangi bir yaşantıyı aydınlatmak, herhangi bir duyarlılığı onaylamak, herhangi bir duyguyu etkili biçimde ifade etmek gibi bir tanımlamanın dışındadır.
- Tanzimat edebiyatı olsun, 1940 Kuşağı toplumcu-Gerçekçi, Garip Şiiri ya da İkinci Yeni olsun hem şairleri hem de akım olarak, bir biçimde toplumla somut, karşılıklı etkileşim içinde olduğu tarihsel bir gerçekti. Peki, günümüz toplumunda şairin şiirin böylesi bir rolü var mı? Böyle bir ilişkiden bahsedebilir miyiz?
- Şiirin toplumla bire bir ilişki içinde olduğunu, bütün gözeneklerine nüfuz ettiğini, yediden yetmişe herkesin şiir ile ilgili olduğunu düşünmek biraz yanıltıcı olabilir. Hiçbir zaman böyle olmamıştır. Belki de TV, sinema gibi görsel kültürün gelişmediği 1970’ler öncesinde toplumun kültürel ilgisi yazılı kültür ile doğal olarak daha yoğunda. Ama bu durum niceliksel bir yansımadır. Bu niceliksel yansıma, iletişimin, özellikle internetin yaygınlaşmasıyla günümüzde daha çok gelişmiştir. Yüzlerce şiir sitesinden söz edilebilir. Şiir hiçbir zaman bu denli paylaşılabilir olmamıştır. Ama şiirin niteliksel gelişmesi konusunda aynı şeyi söyleyebilir miyiz, bilemiyorum. Şiirin, dolayısıyla şairin elbette toplumla organik bağının olması her zaman söz konusudur. Zaten şair istese de istemese de toplumsal yaşamın en “ortasında” bir sanatçıdır. Çünkü şiirin hammaddesi yaşamın ta kendisidir.
- Şiirin belli bir kültür, estetik, birikim ve geleneğin tezgâhında “örüldüğü”nden hareketle sorarsak geçmişten günümüze intikal ettirilen bir gelenek (traditum) ya da miras var mıdır?
- - Bizde “gelenek” olgusu biraz “yerel” olanla karıştırılıyor. Şu da var ki, gelenek aslında bir boyutuyla da yereldir, gerçekten. Bu nedenle, sözlü kültürün formları olan ağıt, destan, türkü, ilahi gibi edebiyat formları, birçok şair tarafından hâlâ ilgi görmektedir. Bu formları örneğin Nazım Hikmet gibi modern bir anlayışla yorumlamazsanız, izlekleriniz, içerikleriniz, duyarlılıklarınız ne kadar yani olursa olsun, modern bir şiir yaratamazsınız. “Yerellik-evrensellik” konusu, aslında sanat-öncesi bir sorundur, bana kalırsa. Çünkü sanat yapıtı, kendi diline uygunluğu tartışılmaz olduğunda, zaten evrenseldir. Eğer bir sanat yapıtı, içerik, anlam ya da biçim açısından yerel kalıyorsa, daha başlangıçta sanat yapıtı sayılması güçleşir. Eğer bir şiir kendi diline, kendi söylem biçimine uygun değilse, daha baştan şiir olmadığı ortadadır. Evrensellik, bütün coğrafyalarda, bütün zamanlarda değişmeyen, geçerli olan’dır. Şiirdeki herhangi bir nesnenin, toplumun, duygunun yerel olması, o şiirin yerel olduğu anlamını oluşturmaz. Aynı şeylerin uzaklarda, sınır ötesine ait olması de evrensel olduğu anlamına gelmez. Bir “şey”, sanat yapıtında “içerik” olamamışsa, o şiirin ürettiği bilgi olamamışsa, şiirin dokusundan kaynaklanmıyorsa, motiftir. Örneğin İlhan Berk’in bir şiirindeki, “ağzın bir grev yeri” imgesinde yer alan “grev yeri”, bir içerik değil, bir motiftir. Neyse…Şunu söylemek istiyorum: Gelenek dediğimizde artık ben bütün bir insanlık birikimini anlıyorum. Bugün bizim edebiyatımızda da “sone”, “haiku” gibi Batı uygarlığının ya da Uzakdoğu uygarlığının formlarında şiirler yazıldığını görüyoruz. Bütün bunlar bence büyük insanlık geleneğine bağlanma çabalarıdır. Önemli olan da budur.
- Ödüllerin bir sanatçıyı motive etmesi gibi bir işlevi olduğu doğru. Özellikle şiir gibi, gençlik kesiminde geniş ilgi duyulan bir türde, kendi şiirlerine dikkat çekmek, şiirlerinin okunmasını sağlamak için ödüllerin önemli işlevi vardır. Ama bazı genç arkadaşların bir ödül aldıklarında, bunu mutlaklaştırdıklarını görüyorum. Bu arkadaşlar artık şair olduklarını, bu açıdan tartışılmaz olduklarını düşünebiliyorlar. Bu bir yanılsamadır. Ülkemizin şiir ortamı ödüller açısından, zengin. Saygın şiir ödülleri var. Benim kitaplarımın çoğu dosya olarak bir ödül aldıktan sonra basılabildi. Ödüllerin önemli bir işlevi de, kitabınızın basılmasına olanak sağlamasıdır. Yayınevlerinin şiir kitabı yayımlama konusundaki cimriliği düşünülürse, bu da az bir olanak değildir. Genç şairlere (elbette, kendime de) nihai olarak Rilke’nin de önerisi olan şu öneride bulunmak isterim: Gecenizin en sessiz anında kendinize şu soruyu sorun, “şiir yazmazam, yaşayabilir miyim?” Bu yalın soruya, “yaşayamam” cevabını veriyorsanız, hayatınızı ona göre biçimlendirin.
salihbolat.com
HARİTADA AÇHAKKINDA (RELATİNG TO)
-
hakkında
SALİH BOLAT:
1956'da Adana'da doğdu. İlkokulu ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra, Gazi Üniversitesi’nin Sosyal Politika Bölümü'nü bitirdi. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü'nde yüksek lisans ve Doktora programlarını tamamladı. Çeşitli üniversitelerde, öğretim üyesi olarak Senaryo, Sinema ve Edebiyat, Dramatik Yazarlık, İletişim Yazarlığı, Tiyatro Tarihi, İletişim ve Edebiyat, Eleştirel Okuma adlı dersleri verdi.
Edebiyat yaşamına Yeni Adana gazetesinin kültür sanat sayfasında öyküler yazarak başladı (1974). Arkadaşlarıyla birlikte Koza adlı dergiyi çıkardı (1975). İlk şiirini bu dergide yayımladı.1977-1980 yılları arasındaYapıt dergisinin, 1982-83 yıllarında Petek dergisinin yazı kurulu üyeliğinde bulundu. 1984-86 yıllarında Yarın dergisinin çalışmalarına katıldı. 1995 yılında, Cem Savran ile Promete dergisini kurdu. 1980 yılı başlarından itibaren Yeni Olgu, Oluşum, Edebiyat 81, Türkiye Yazıları, Süreç, Yeni Düşün, Varlık, Gösteri, Düşler, Şiir-lik, Edebiyat ve Eleştiri, Defter, E, Kaçak Yayın, Evrensel Kültür, Yasakmeyve gibi dergilerde şiirler ve yazılar yayımladı. 1995-97 yıllarında Siyah Beyazgazetesinde, "Duygusal Düşünceler" adlı köşede yazdı. Bu yazılarından seçtiklerinin de yer aldığı yazılarını, daha sonraki yıllarda, aynı adla bir kitapta topladı. 1996 yılında, Radyo C'de "Şiir Penceresi" adlı programı yapımcı ve sunucu olarak yürüttü. Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nün veOrhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü'nün seçici kurul üyeliklerinde de bulunan Salih Bolat, Edebiyatçılar Derneği'nin ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Yönetim Kurulu Üyeliğinde de görev aldı. 2010 Yılında, Uluslararası Sete Şiir Festivaline katılmak üzere Fransa’ya davet edildi.
YAPITLARI:
Şiir
1. Yaşanan, 1983 (1984 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü)
2. Bir Afişin Önünde, 1986 (1986 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü)
3. Sınır ve Sonsuz, 1988.
4. Karşılaşma, 1992 (1990 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü)
5. Uzak ve Eski, 1996.
6. Gece Tanıklığı, 2000.
7. Açılmış Kanat, 2004 (2002 Ahmed Arif Şiir Ödülü)
8. Yol Ayrımı (Seçme Şiirler),2006.
9. Kanıt,2006. (2007 Behçet Aysan Şiir Ödülü)
10. Atların Uykusu,2014.(2015 Metin Altıok Şiir Ödülü)
11. İlk Kar, Toplu Şiirler, 2015.
Düzyazı- Duygusal Düşünceler, 1999.
- Şiir Sanatı , 2004.
- Öykü Yazma Teknikleri, 2004.
- Deniz Feneri-Behçet Aysan Kitabı (Eren Aysan ile Birlikte),2006.
- İletişim ve Edebiyat, 2008.
HİS PUBLİSHED BOOKS
Poem:
1. What Is Lived (Yaşanan), 1983
2. İn Front of A Poster (Bir Afişin Önünde), 1986
3. Limit and Infinity (Sınır ve Sonsuz), 1988.
4. Encounter (Karşılaşma), 1992
5. Distand and Old (Uzak ve Eski), 1996.
6.Witness Night (Gece Tanıklığı), 2000.
7. Spread Wings (Açılmış Kanat), 2004
8. Crossroad (Yol Ayrımı),2006.
9. Evidence(Kanıt),2006.
10. Sleeping of Horses (Atların Uykusu),2014.
Prose (Essay, research and critique):
1. Sentimental İdeas (Duygusal Düşünceler), 1999.
2. Art Poem (Şiir Sanatı), 2004.
3. Tecnichals Writing Short Story (Öykü Yazma Teknikleri), 2004.
4. Communication and Litterature (İletişim ve Edebiyat), 2008
HİS PRİZES
1. 1984 Akademi Kitabevi Poem Prize
2.1986 Yaşar Nabi Nayır Poem Prize
3.1990 Ceyhun Atuf Kansu Poem Prize .
4.2002 Ahmed Arif Poem Prize
5.2003 Yunus Emre Poem Prize
6.2004 Homeros Work Prize
7.2007 Behçet Aysan Poem Prize
8. 2015 Metin Altıok Poem Prize
KARŞILAMA
Benzer şekilde arka planı kişisel tanıtımınız için kullanacağınız en uygun resim,
fotoğraf ya da arka plan görüntüsü ile güncelleyin.
Güncellemeden sonra yazı karakteri ve renginin arka plan ile uyumluluğunu kontrol etmeyi unutmayın.